27 Aralık 2008 Cumartesi

Duvar Sticker

Kardeşimin hediyesi olan bu duvar stickerda* minik kuşlar ve kıvrımlı dal deseni çok zarif görünüyor. Mavi bulutlu ve mor şatolu perili duvar etiketleri de Ev Grafiti'den. Ev Grafiti'de her zevke uygun duvar etiketi vb. ürünleri bulmak mümkün. Ağaç ve kuşlar ise yine kardeşimin hediyesi. Aslında tek renkti: yeşil. Kendi zevkime göre akrilik boyalarla rengini değiştirdim. Bu ürünler evinizde hesaplı ama hoş görünümler oluşturmak için ideal. Üstelik son yılların dekorasyon eğilimlerine de uygun. İstediğiniz veya sıkıldığınız zaman kolaylıkla değiştirme şansınız da var.


20 Aralık 2008 Cumartesi

Olası dünyaların ressamı Paul Klee

1879-1940 yılları arasında yaşamış olan İsviçreli ressam Paul Klee, 20. yüzyılın ilk yarısında modern sanatın önemli temsilcilerinden biridir. Müzisyen bir anne ve babanın oğludur. Keman çalan, şiir ve kısa öyküler yazan sanatçı Bern’de öğrenim görür ve 1898’de diplomasını alır. 1900 yılında Münih Akademisi’ne kayıt olur ama orada resim yapmayı öğrenemediğini belirtir. Birkaç ay İtalya’da kalır ve çalışmalarda bulunur. 'Komedyen 2', 'Dağın Kötümser Alegorisi' ilk dönem resimlerindendir. 1906 yılında evlenip Münih’e yerleşir. 1907’de bir oğlu olur ve mutlu bir aile yaşantısı sürdürür. Keman çalmaya devam ederken bir yandan da 1910’da ve 1911‘de İsviçre’de ve Münih’de sergiler düzenler. Wassily Kandisnky, Franz Marc ve diğer avangardlarla yakınlık kurar. Ekspresyonist anlayışta resimler yapan sanatçıların yer aldığı Der Blaue Reiter -Mavi Atlı- grubunun ikinci sergisine katılır. 1912’deki Paris seyahatinde Kübist deneylerden etkilenir. İki yıl sonra Tunus’a yaptığı gezinin ardından resimlerini renk kütleleriyle kurarak ritimli ve şiirsel bir anlatıma ulaşır. 1916 yılında orduya katılan sanatçı 1. Dünya Savaşı sırasında da resim yapmaya devam eder ve sergiler açar. 'Mavi Ay', 'Çatı' gibi geometrik, renkli, şiirsel ve evrensel manzaralar yapar. Savaş sonrası yağlıboya çalışmalara ağırlık verir. Bu resimleri hiyeroglifi andıran motiflerle zenginleştirir. 1920’den sonra yüzden fazla resmi bir retrospektif kapsamında sergilenir. Bu ticari başarısını artırır ve ona ün kazandırır.

16 Aralık 2008 Salı

Kaba Oyalanmalar

Sonbaharla ve kışla ilgili daha önce ne yazmışım? Tadını çıkarmak konusunda şimdi ne hissediyorum? Hüzün. Kış hüznüne kapıldım. Masumiyet Müzesi'ni okuyorum. 340. sayfadayım. Kitap çıktıktan sonra hakkında çok yorum yapıldı. Nedense köşe yazarları bir yarış halindeydi. Ondan bahsetmeyen yoktu tıpkı Issız Adam filmi gibi. Masumiyet Müzesi'ndeki Kemal'in aşkı Issız Adam'daki Alper'in aşkından daha içe işleyici ve buruk. Orhan pamuk'un en sevdiğim kitabı 'İstanbul, Hatıralar ve Şehir' di. Hem o kitapta hem de son kitabında Nerval'den söz etmesi ve istanbul ile melankolinin birleşmesi de bunda etken olabilir:

"Nerval istanbul'a geldiği zaman 35 yaşındaydı. 12 yıl sonra kendisini Paris'te asmasına yol açacak melankoli buhranlarından ilkini iki yıl önce geçirmiş ve bir süreliğine tımarhanede yatmıştı. Bütün hayatını belirleyecek karşılıksız bir aşkla sevdiği tiyatro oyuncusu jenny colon da altı ay önce ölmüştü. Nerval, Mısır - Kahire, İskenderiye - Suriye, Kıbrıs, Rodos, İzmir ve İstanbul'dan geçecek 'Doğu Yolculuğu'na bu acılarla birlikte tabi ki Chateaubriand, Lamartine ve Hugo ile Fransız edebiyatında bir gelenek olmaya başlayan romantik doğu düşlerinin etkisiyle çıkmıştı. Nerval'in kendinden önceki yazarlar gibi doğu hakkında bir şeyler yazma niyetini ve fransız edebiyatında melankoli ile özdeşleştiğini de göz önünde tutunca, insan şairin istanbul'da göreceklerinin çok özel ve değerli olacağına hükmediyor ama Nerval 1843 istanbul'unda kendi melankolisine değil de onu unutturacak şeylere dikkat eder... Kendini astığı sırada sayfalarını cebinde taşıdığı ve gerçeküstücülerin, Andre Breton, Paul Eluard ve Antonin Artaud'nun büyük hayranlık duyduğu 'Aurelia' ya da 'Hayat ve Rüya' adlı tüyler ürpertici ve benzersiz otobiyografik kitabında Nerval aşık olduğu kadın tarafından reddedilince hayatta artık kendisine "
kaba saba oyalanmalardan" başka bir şey kalmadığını anlatır ve dünyayı dolaştığını ve uzak milletlerin kıyafetleri, tuhaf töreleriyle aptalca oyalandığını dürüstçe itiraf ediverir...

 Pamuk, Orhan, İstanbul, Hatıralar ve Şehir, YKY, İstanbul, 2003 Aralık,

13 Aralık 2008 Cumartesi

Anadolu Selçuklu Medreseleri

Konya, İnce Minareli Medrese
Anadolu Selçuklu mimarisinde 12. yüzyıldan itibaren gelişme gösteren, kavram ve yapı olarak önemli medreseler eğitim verilen mekanlardır. Bilgili olanların ön tarafta oturup bir daire oluşturdukları medreselerde; müderrisler, muidler -asistan- ve danişmendler -öğrenci- bulunurdu. Bu yapılar ortalarındaki avlunun durumuna göre kapalı avlulu kubbeli ve açık avlulu olmak üzere ikiye ayrılırlar. Medreselerde gösterişli portal, eyvanlı avlu veya havuzlu iç avlu, üst açıklıklı kubbe veya aydınlık kubbesi belirgin özelliklerdir. Bununla birlikte yapılarda farklı örtü sistemleri, yapım teknikleri, malzemeler ve süsleme öğeleri kullanılır. Benzer biçimler içeren örneklerinde bile değişik yorumlar göze çarpar.

Kapalı Avlulu -Kubbeli- Medreseler: 

Anadolu’da açık avlulu medreselerden önce ortaya çıkan kapalı avlulu medreselerde ortadaki kare avlunun üzeri kubbe ile örtülür. Avlunun etrafında revaklar, eyvan ve hücre gibi mekanlar bulunur. Yapıların kubbeleri renkli çinilerle kaplıdır. Görkemli taçkapıları ise taş işçiliğinin özen ve inceliğini gösterir. Dışarıya açılmalar küçük pencerelerle sağlanır. Odaların kapalı avluya açıldığı yapılar açık avlululara oranla daha küçüktür. Bu türün ilk örnekleri 1167 tarihli, iki eyvanlı Danişmentliler’e ait Tokat Yağıbasan Medresesi'dir. Afyon, Sincanlı yakınlarındaki 1210 tarihli Boyalıköy Medresesi iki katlı ve simetrik planlıdır.

12 Aralık 2008 Cuma

Anadolu Selçuklu Türbeleri ve Kümbetleri

Anadolu Selçuklu kümbetleri Büyük Selçuklu mezar yapılarının devamı niteliğinde olmakla birlikte daha sadedirler. Kare, dairesel ve çokgen planlı taştan yapılmış kümbetlere Erzurum, Ahlat, Kayseri, Sivas, Tokat, Konya, Niğde, Kırşehir ve Divriği'de rastlanır. Bağımsız tek başına olanlar yanı sıra medreselere ve camilere bitişik olarak yapılanlar da vardır. Kare gövdeli ve kubbeli olanlar türbe, kare kaide üzerinde yükselen silindirik ya da çokgen gövdeli ve içeriden kubbe dıştan piramidal veya konik külahla örtülü, iki katlı yapılarda kümbettir

Merdivenle inilen alt kısımda toprağa gömülü kare planlı mezar odası-kripta-, üzerinde yerüstü odası bulunur. Ölünün mumyalanarak toprağa gömüldüğü hücre biçimindeki mezar odası olan kriptaya herkes giremez. Yerüstü odasında sembolik bir lahit yer alır ve ziyaretçiler buraya girebilir. Sultanlar, emirler ve önemli kişiler için inşa edilen bu küçük yapıların dış yüzeyleri, kapıları, pencereleri, saçak ve çatıları geometrik ve bitkisel motiflerle süslüdür. Giriş kapısına tekli ya da karşılıklı iki merdivenle ulaşılır...

10 Aralık 2008 Çarşamba

Anadolu Selçuklu Hanları

Selçuklu döneminde han ve kervansaraylar gibi sivil yapılar Anadolu’da kuzey güney yolu yanı sıra İstanbul’dan İran’a uzanan İpek yolu kenarlarında da inşa edilmiştir. Özellikle Konya, Kayseri, Sivas gibi ticaret merkezlerinin bulunduğu yollar sayesinde Selçuklular büyük gelir sağlamışlardır.

Hanlar Anadolu’daki ilk ticari konaklama mekanlarıdır. Ulaşımın kontrol altında tutulması amacıyla Selçuklu Sultanları ve vezirleri tarafından yaptırılmışlardır. Dönemin sosyal ve kültürel yapıları içinde önemli yere sahip olan hanlar bugünkü otellerin işlevlerini yerine getirirlerdi. Karahanlı, Gazneli ve Büyük Selçuklu ribatlarından esinlenerek yapılan yapılar anıtsallıklarıyla dikkat çeker. İki han arası mesafe -menzil- yaklaşık 35 km, dağlık bölgelerde 15 km'dir...

8 Aralık 2008 Pazartesi

Minyatür Sanatının Anadolu'da ve Osmanlı'da Gelişimi - 2

Selçuklulardan sonra 14. yüzyılda Türk resmi ile ilgili belgelere rastlanmıyor. Ancak 15. yüzyıldan itibaren Herat’ta ve başka bölgelerde yapılmış bazı resimler Mehmet Siyah Kalem imzasını taşır. Bu resimler ‘Fatih Albümü’ adı altında toplanmıştır. Minyatürler Uzakdoğu resim sanatına yakın figürler içerir. Resimlerde çeşitli doğaüstü yaratıklar, büyücüler, dervişler ve hayvanlar bulunur. Fatih döneminde Edirne sarayında hazırlanmış bazı yazmalar da vardır. Dönemin en önemli ressamı ‘Gül koklayan Fatih’ portresiyle Nakkaş Sinan’dır. 16. yüzyıldan sonra Klasik Osmanlı minyatüründe tarihi konularda işlenmiştir. Selimname, Süleymanname ve Hünername el yazmalarında bu tür minyatürler bulunur. 16. yüzyılın önemli nakkaşlarından Matrakçı Nasuh’un Derbeyan-ı Menazili Seferi Irakeyn’de Osmanlı ordusunun doğu seferi 132 minyatürle tasvir edilir. Bu yazmada şehirler, kaleler, çadırlar, köprüler yanı sıra manzara görünümleri de yer alır. Matrakçı Nasuh’un minyatürlerinde topografik çizimleri manzara denemeleri olarak kabul edilir. Kent ve kasaba tasvirlerinde de gerçeğe uygunluğa önem vermiştir. Dönemin diğer önemli nakkaşları Tebrizli Veli Can, Hasan Nakkaş, Kanuni ve Barbaros portreleriyle bilinen Nigari ve III. Mehmet’in çocuklarının sünnet düğününün tasvir edildiği Surname ve Seyyit Lokman’ın yazdığı Hünername’deki minyatürleri yanı sıra Şemailname’de on iki padişah portresiyle Nakkaş Osman’dır. Surname’de minyatürler ikiye bölünmüş; üst bölüme hareketsiz padişah, şehzade ve ileri gelenler, alt bölümeyse hareketli seyirciler, cambazlar vb. figürler yerleştirilmiştir.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Minyatür Sanatının Anadolu'da ve Osmanlı'da Gelişimi - 1

Minyatür, Ortaçağ Avrupası’nda yapılan el yazmalarının bölüm başlarındaki harflerin minyum denilen maden kırmızısıyla boyanmasına verilen isimdi. Zamanla bu kitaplardaki metni açıklayıcı resimler minyatür adını aldı. Osmanlıda el yazması kitapların resimlerine ilk zamanlarda nakış, ressamlarına da nakkaş deniyordu. Daha sonra sadece boya ile yapılan her türlü süsleme için nakış veya tasvir ve bunu yapanlar için de nakkaş veya Allah’ın 99 adından biri olan ve şekil veren anlamında musavvir kullanılmıştır. Osmanlı Minyatür sanatında portre yapmaya şebi yazmak, grup halinde resimlere meclis, peyzajlara tar, peyzaj ressamlarına tarrah, perspektifli minyatüre ise endamlı denir.

Bir tür suluboya tekniğiyle yapılmasına rağmen minyatürde toprak boyalarla şeffaf ve solmaz renkler elde edilir. Boyalar suda eritilir veya mermer plakalar üzerinde kitre ile karıştırılır ve ezilir. İçine yumurta sarısı ilave edilerek boya sabitleştirilir. Yumurta sarısı ayrıca boyanın kağıt üzerinde hafif kabarık olmasına yol açar ve kalitesini yükseltir ancak çabuk kurur. Bu yüzden 18. yüzyıldan itibaren doğal boyalar yerine tutkallı boyalar kullanılmaya başlanır. Suda eritilen tutkala bir damla saf pekmez veya iki damla üzüm suyu karıştırılarak yumurta sarısının verdiği parlaklık daha da kuvvetlendirilir. Pamuktan yapılan yumuşak bir kağıt veya parşömen kağıdı üzerine ahar astarı geçirilir. “Ahar kaynatılmış nişastadan ya da nişasta ile yumurta akından hazırlanan kağıt yüzeyini düzgün ve kaygan hale getirmeye yarayan bir bileşimdir. Kağıdın üzerine bu bileşimi sürmeye aharlamak denirdi”(1). Bileşim kağıda deniz canlıları veya böceklerin kabuğuyla sürülür, mermer üzerinde kağıdın son derece kaygan olmasını ve fırçanın kaymasını sağlar. Nakkaş ufak bir yanlışlık yaparsa kağıdın üzerinde hafif bir fırça darbesiyle hatayı düzeltmesi mümkündür. “Aharlanmış ve parlatılmış kağıt üzerine suya batırılmış boyasız fırçayla minyatür çizilir. Islak fırçanın kağıda temas eden yerleri cilayı gidererek matlaşır. Böylece ressamın çizeceği minyatürün kompozisyonu renksiz olarak kağıt üzerinde belirir. Kağıt kuruduktan sonra kompozisyonun bölümleri boyalarla istenilen renklerde doldurularak tamamlanır” (2).

3 Aralık 2008 Çarşamba

Batılılaşma Dönemi Osmanlı Mimarisinde Duvar Resimleri

Yapıların iç ve dış duvarlarına ve tavanlarına fresko, tempera, yağlıboya ve mozaik olarak yapılan duvar resimlerinin geçmişi tarih öncesi dönemlere dayanır. Mağara resimlerinde konturlar kazındıktan sonra tebeşirin, bitkilerin ve toprağın ezilip suyla karıştırılmasıyla elde edilen bir boya sürülüyordu. Binlerce yıldır korunan ve çoğunlukla hayvan figürlerinin tasvir edildiği bu çizimlerde renk ve desendeki ustalık şaşırtıcıdır. Daha geç dönemden örneklere Anadolu’da Çatalhöyük evlerinde rastlamak mümkün. M.Ö 6800-5700 arasına tarihlenen yapıların kutsal alanlarında kirli bej kerpiç sıvası üzerinde çeşitli renklerle sembolik motifler yanı sıra hayvan ve insan figürleri de görülür. Eski Mısır’da da tapınakların ve mezarların kireçlenmiş ve düzeltilmiş duvarlarına dinsel, askeri ve günlük olaylar resmedilirdi. Sanatçı sıvalı duvarın üzerine siyah boyaya batırdığı fırçayla belge niteliğindeki resimleri çizdikten sonra renklendirirdi. Antik dönemden beri bilinen fresko ve mozaik teknikleriyle İtalya'da Pompei evlerinin, Efes'te zenginlerin ve ileri gelenlerin oturduğu yamaç evlerin duvarları ve zeminleri çeşitli sahnelerle süslenmişti. Batı sanatında 14. yüzyılda Giotto’yla yeniden karşılaşılan fresko, Rönesans’ta büyük aşama kaydeder ve birçok ressamın başvurduğu bir teknik olur. Parlak olmayan ancak dayanıklı olan fresko ıslak sıva üzerine su ile karışan boyalarla yapılır. Kuru sıva üzerine olanına secco denir. Secco’da sıva kuru olduğu için boya çok az çekilir ve dayanıklılık azalır. Tempera tekniği ise boya maddesinin tutkallı suyla ve yumurta akıyla karıştırılmasıyla elde edilir. Ortaçağda sık kullanılan tempera yağlıboyanın kullanılmasıyla ortadan kalkmıştır. Yağlıboya ilk kez ayrıntı, derinlik, saydamlık ve parlaklık verebilmek için Kuzeyli sanatçı Jan Van Eyck tarafından geliştirilmiştir.

27 Kasım 2008 Perşembe

20. Yüzyılda Mobilya Tasarımı 2


Mobilya alanında 1950'ler bazen kitsch sınırlarını zorlayan mantarsı, eğrisel tasarımların olduğu yıllardır. Dönemin en önemli ismi Charles Eames'tir. Mimar Euro Saarinen'in 1956 tarihli tek bacaklı Lale Sandalyeleri de tüm dünyaya yayılmıştır. Plastik malzemenin kalıba dökülmesiyle oluşturulmuş sandalyelerin oturma kısmında renkli kumaş minderler yer alır. Harry Bertoia'nın organik biçimli sandalyeleri çelik krom ağdan bir yastıkla meydana getirilmiştir. Polyester, alüminyum, kontrplak kullanımları dikkati çeker. Yaslanılan ağ kısım yelpaze gibi açılmıştır. Oturulan bölümde kumaş minder kullanılır. Ayaklar ince çubuklar halindedir. Charles Eames'in chaise lounge adlı mobilyası kalıplanabilen sert plastikten yapılmıştır. 1948 tarihli bu koltuk sentetik örtüye sahiptir. Henry Moore'un heykellerini andıran koltukta simetri ve orana uygunluk önemsenmemiştir. Koltuk ince bacaklarla çarpı şeklinde kaide üzerine oturur...

25 Kasım 2008 Salı

20. Yüzyılda Mobilya Tasarımı 1

Mackintosh, Tepe Evi Sandalyeleri, 1897,
20. yüzyılın başlarında üretilen mobilyalar gerçek ve zengin sanat alıcılarıyla orta sınıfa hitap eder. Tasarımcı her iki kesimi dikkate almak zorundadır. "İskoç'un liman şehri Glaslow Sanat Okulu'nda Japon sanatından etkilenen bir grup mimar ve sanatçı yeni bir stil geliştirdiler, az süslemeyi ve siyah beyaz renkleri tercih ettiler. Art Nouveau'nun son dönemlerinde grubun başında bulunan Charles Rennie Mackintosh ince zarif yatay ve dikey hatlardan kurulu formlar kullandı." (1). Mackintosh'un 1897 yılında tasarladığı sandalyeleri sade süsleme öğeleriyle Art Nouveau'nun son dönem örneklerini gösterirler. Hellensburg'daki Tepe Evi'nin yatak odası için 1903 yılında yaptığı sandalyede yatay ve dikeyin vurgulandığı geometrik formlar ve yalınlık göze çarpar..

Art Nouveau'dan sonra 1920 ve 30'larda görülen bir diğer akım Art Deco'dur. "20. yüzyılın başlarında Almanya ve Avusturya'nın geleneksel el sanatları atölyelerinde üretilen mobilyalara dayanan bir akımdır. 1930'lara kadar özellikle Jacques Emile Ruhlmann, Andre Gnoult ve Eilen Gray gibi tasarımcıların öncülük ettiği bu üslupta üretilen mobilyalarda sedef, fildişi, abanoz, altın, gümüş, kaplan ve leopar postları ile parlak renkli ipekli kumaşlar gözde malzemeler olarak kullanılmıştır." (2). 

22 Kasım 2008 Cumartesi

Gelenekten Kopuş: Art Nouveau

19. yüzyılın ikinci yarısından sonra zevksiz makine üretimine karşı çıkan Arts and Crafts hareketinin (Güzel Sanatlar ve El Sanatları) yalın ve işlevsel mobilya tasarımları sonraki dönemleri de etkiler. El işçiliğinin ve zanaatın öne çıkarılması yanı sıra sanatın herkese ulaşabilmesi 1890-1914 yılları arasında Avrupa'da ve Amerika'da kendini gösteren Art Nouveau (Yeni Sanat) tarafından da önemsenir. 1862 yılından sonra Dünya ticaret fuarlarında Japon ahşap baskıları, tekstiller, porselenler sergilenmeye başlar. Bunun sonucunda Doğu dünyasına, Japonya’ya ve Çin’e ilgi artar. Tarihselci yaklaşımlardan uzak durarak geleneksel sanattan kopan ve doğanın çekiciliğine kapılan ‘Yeni Sanat’ tüm dünyada benimsenir.

20 Kasım 2008 Perşembe

19. Yüzyıl Akımı: Arts and Crafts

18. yüzyıl sonunda Avrupa'da endüstri devrimi gerçekleşir. Endüstri devriminin ardından İngiltere'de makine kullanımı buharlı makinelerle yaygınlaşır. İnsan ve hayvan gücünün yerine makine geçer. Kırsal kesimlerden kentlere göçler başlar. İngiltere'de nüfusun çok az bir kesimi kentte yaşarken 30 yıl içinde yarısı kentli olur. Tren 1825'te İngiltere'de, 1829'da Amerika'da, 1835'te Almanya'da ve 1874'te Osmanlı'da görülür. 1855'te ilk elektrikli telgraf, 1862'de telefon, elektrik santralleri, 1885'te motorlu taşıtlar ortaya çıkar. Hızlı kentleşme sonucu oluşan karışıklık strese yol açar.

Eski kentlerin yerine yenileri kurulur. Sanayi devrimiyle mekanik üretim ön plana geçer, el sanatları geriler. Küçük dükkanların yerini fabrikalar alır. Kentleşme yeni yapıların inşa edilmesini zorunlu kılar. Yeni yapılarda demir kullanımı önem kazanır. Endüstri yapıları dışta geleneksel görünüme sahipken içte demir kullanılan geniş bir strüktür ve mühendislik yapılarıdır. İkinci malzeme camdır. Demir daha çok pasajlarda, sergi salonlarında, istasyonlarda, cam ise konut yapılarında uygulanır. Endüstri devrimi sonucu oluşan yeni kentlerde yeni planlamalar yapılır: kent içinde pasajlar, sergi binaları, depolar, kütüphaneler, mağazalar, gar binaları, borsa binaları, seralar, botanik bahçeleri ve köprüler gibi..

17 Kasım 2008 Pazartesi

At adamlar: Kentaurlar

Eski medeniyetlerin mitolojilerinde ve sanatlarında rastlanan doğaüstü yaratıklardan en ilginç olanlarından biri Kentaur'dur. Bu yarı insan yarı atın çıkışı diğer karışık yaratıklar gibi Doğu kökenli olsa da daha çok Yunan’da benimsenir. Kentaurların başları, göğüsleri, kolları ve bazen de ön bacakları insan, karınlarından arkası at biçimindedir. Yeleleri, kuyrukları vardır. Yabanıl ve azgındırlar. Dağlarda ve ormanlarda yaşarlar ve çiğ et yerler.

Kentaurlar ilk olarak Mezopotamya’da Babil sınır taşlarında görülürler. Kassiti’de ve Orta Asur döneminde mühür üzerinde de oldukları bilinir. Bazen kuyruğu aslan gibidir. İnsan kısmı genellikle bir sopa veya benzeri bir şeyle silahlandırılmış olarak diğer hayvanları avlarken gösterilirler. Orta Asur döneminden bir silindir mühürdeki sakallı ve kanatlı kentaur bir antilopu yakalar. Başında konik bir şapka ve elinde bir silah vardır. Asur sanatında üst kısmı erkek, belden aşağısı aslan olan aslan-kentaur’a da rastlanır. Genellikle boynuzlu tanrılık kasketi giyen bu yaratığın ismi Urmahlulluy’dur. Demon Mukilresule-muttiyle çarpıştığı sahneleri de bulunan ve kötü güçleri korkutan aslan-kentaur Ninive’den Asurbanipal’in sarayının bir odasındaki anıtsal kabartmada da yer alır...

15 Kasım 2008 Cumartesi

Edvard Munch'un Umutsuz İnsanları

Acı, aşk, insan ilişkileri, melankoli, hastalık ve ölüm... İnsanın ruhsal ve fiziksel hayatını belirleyen ana etkenlerdir. Çocukluğunda ailesindeki bireylerin hastalıklarına ve ölümlerine tanık olan Norveçli ressam Edvard Munch’un (1863-1944) ömrü boyunca unutamadığı bu durumlar onu fazlasıyla etkiledi ve sanatına yön veren unsurlar oldu. Babası doktor olan ressam din adamlarının, subayların ve öğretmenlerin olduğu bir burjuva ailesinde dünyaya geldi. Annesi ve kız kardeşinin veremden ölümünün ardından sarsılan bunalım içindeki babası odasına girip saatlerce dua ederdi. Munch o günler için yetmişinci doğum gününden sonra "hastalık, delilik ve ölüm beşiğimin başucunda nöbet bekleyen ve ömrüm boyunca yanımdan ayrılmayan kötü meleklerdir" diye yazar.  

1889 yılında Christania’da açılan ilk sergisi sonunda aldığı bir bursla gittiği ve üç yıl kaldığı Paris’te Manet, Gauguin, Seurat ve Van Gogh gibi ressamları keşfetti. Evrensel Sergi için Paris’te bulunduğu sırada babasının ölümü nedeniyle büyük bir depresyona girdi. 1892'de Berlin’de elli çalışması sergilendi. Ancak üslubuna karşı gelişen tepki nedeniyle sergi bir hafta sonra kapatıldı. Almanya’da kaldığı yıllarda aşk ve ölüm korkusu temalarının yer aldığı 'Hayat Frizi' serisini oluşturdu. İnsanların neşeli, acı ve umutsuzluk içinde gösterildiği Hayat Frizi’nin tamamı 1902 yılında Berlin’de sergilendi. 1908 yılında bunalım geçirerek altı ay hastanede yatan sanatçının Alman Müzelerindeki resimlerinin bir kısmı 1937’den sonra Naziler tarafından yoz sanat olarak nitelendirilmiştir.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Şehzade Köşkleri’nin Duvar ve Tavan Ressamları

II. Abdülhamit (1876-1909) döneminde yaptırılan Yıldız Sarayı’nın bahçesindeki Şehzade Köşkleri, odalarında bulunan duvar ve tavan resimlerinden dolayı önemlidir. 19. yüzyıl sonunda mimariyle bağlantılı bu resimler, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren süren bir geleneğin son aşamasıdır. Resimler doğa görünümleri, doğa ile birlikte mimari görünümler ve natürmortlar olarak duvar ve tavanlara yapılmıştır. Şehzade köşklerinden ‘Sarı Köşk’ün merdiven boşluğunda ise farklı bir uygulama ile karşılaşılıyor. Büyük bir kompozisyon içinde küçük olarak da olsa talim yapan erlerin gösterilmesi duvar resminde önemli bir gelişme. II. Abdülhamit dönemi duvar resimlerinde az da olsa doğa içinde bu tür figürlere rastlanıyor. 

19. yüzyılda yağlıboya tablo resimlerinde de benzer konulara yer verilmiştir. Tuval resimleri duvarlardaki dekoratif etkiyi sürdürmüştür. Doğa görünümleri olduğu gibi yorum katılmadan aktarılmıştır. Hemen hepsinde perspektif kurallarına ve ışık-gölgeye dikkat edildiği görülüyor. Tuval resimleri Enderun’da okuyanlar, Darüşşafakalılar ve Aşkeri Okullarda yetişenler tarafından yapılmıştır. Askeri okullarda perspektife yönelik arazi ve doğa görünümlerinin ele alındığı resim dersleri olması sonucu manzara resimlerine yönelim olmuştur.

İstanbul görünümleri, köşk, kasır, bahçeler, ağaçlar, su, köprü, çeşme ve dağlar tuval resimlerinde olduğu gibi duvar resimlerinde de en çok yer verilen konulardır. Duvar ve tuval resmi aynı paralellikte gelişim gösteriyor. Gemili ve dalgalı denizli resimlerde İstanbul’a gelmiş olan Ayvazovski’nin tablolarının etkileri görülüyor. Ancak gemi ve deniz manzaraları Askeri Okullarda da yaygın bir konu olduğu için bu tür duvar resimlerinin Askeri ressamlar tarafından yapılmış olması mümkündür. Şeker Ahmet Paşa’nın natürmortlarıyla duvar resimlerindekiler de benzerlik gözleniyor.

7 Kasım 2008 Cuma

Vincent van Gogh'un İlk Dönem Resimlerinden: 'Patates Yiyenler'

Van Gogh’un hayatı ve sanatı üzerine bugüne kadar pek çok araştırma yapıldı, kitaplar yazıldı. Resimleri birçok eleştirmen veya sanat tarihçisi tarafından incelendi. Ancak Umberto Eco’nun da belirttiği gibi bir sanat eseri üzerine söylenecekler hiçbir zaman bitmez. Bakış açısının farklılığı ile dikkat edilmeyen noktalar üzerinde durularak değişik yorumlar yapabilmek mümkün. Eco’ya göre sanatçı aslında alımlayıcıya tüketilmek üzere değil ama tamamlanmak üzere bir çalışma sunar. Ortaya çıkan obje sujenin gözünde anlamlı olabiliyorsa, bu da onun daha önceki deneylerinden gelen ve sanat yapıtının sunduğu niteliklerle bütünleşebilen değerlerin sayesindedir.


4 Kasım 2008 Salı

19. yüzyıl Osmanlı Resminde Natürmort

Osmanlı Sanatı'nda çiçek, bitki ve meyve motiflerini çini ve seramiklerde, minyatürlerde, ebruda, mimari süslemelerde ve stilize olarak halı ve kilimlerde görmek mümkün. İznik çinilerinde özellikle lale, sümbül, karanfil, menekşe, bahar dalları, üzüm salkımları, rozet çiçeği, asma yaprakları, spiral kıvrık dallar, açılmış tomurcuk güller ve enginar gibi desenler kullanılır. Camileri süsleyen duvar çinilerinde girift bir şekilde birbirinin içinden geçen çiçekler, kıvrımlı dallar ve yapraklar çok çeşitli renklerle yapılır. Çiniler dışında üretilen fincan, matara, ibrik, sürahi, kase, kupa, vazo ve kandil gibi eşyalar üzerinde de bu tür motifler bulunur.

18. yüzyıldan itibaren minyatürlerde özellikle Lale Devri’nin (1718-1730) etkisiyle saraylar, evler, çeşmeler ve arabalar; çiçek, meyve figürleri ve kabartmalarıyla bezenir. Çiçekler için gazellerin yazıldığı bu kısa dönemde şiir kitapları da çeşitli bitkisel motiflerle süslenmiştir. Batılılaşma ile birlikte Batı resim özellikleri minyatürlere girmeye başlar. Saraya Avrupa’dan gelen eşyalar ve resimli kitaplar minyatürlerdeki tarihi konuların yerlerini çiçek ve kıyafet resimlerine, kır sahnelerine ve kadın-erkek portrelerine bırakmasına neden olur. Dönemin önemli nakkaşlarından Ali Üsküdari’nin katmerli gülleri, sümbülleri, laleleri, zambakları ve karanfilleri; canlı, parlak renkli ve gölgelidir. Çiçeklerin yanına nerede kullanıldıklarını da yazan nakkaşın bu çalışmaları yüzey süslemesinin ötesindedir. Abdullah Buhari’nin de gerçekçi biçimde resmettiği çiçekleri ünlüdür. Lale Devri’nin en ünlü nakkaşı Levni’nin tek tek sayfalar üzerine resimlediği kadın ve erkek figürlerinin etrafındaki bitkisel motifler minyatüre hareketlilik ve zariflik kazandırıp natüralist bir etki uyandırır. Ayrıca Surname-i Vehbi adlı III.Ahmed’in şehzadelerinin sünnet düğününün anlatıldığı kitaptaki ‘Meyvelerin Geçişi’nde sepetlerin içindeki elmalar, narlar, incirler ve erikler hacimli duruşlarıyla natürmort bir kompozisyon oluşturur gibiler. Levni’den sonra 18. yüzyıl sonlarında ve 19. yüzyıl başlarında manzara ve çiçek resimlerine ilgi artar.

1 Kasım 2008 Cumartesi

Sonbahar

Kasım da geldi. Yılın son aylarında nereye baksan bir hüzün, sıkıntı. Kış geliyor ya. Güneşli günler azalıyor. Erken akşam oluyor. Gri, bulutlu, yağmurlu ve rüzgarlı havadan dolayı insanlar da neşeli, aydınlık hali terk ediyor sanki. Tüm mevsimlerde tatlı bir melankoli bulan biri içinse Kasım'ın çok ağır gelen bir yanı yok. Sıkıntı ve huzursuzluk kısa süreliyse, hayatı gözden geçirip bir şeyleri fark ettiriyor ve olumlu gelişmelere neden oluyorsa iyidir de umutsuzluk, karamsarlık sürekli yer edinirse o zaman dikkat.

Sonbahar'ın tadı Yıldız Parkı'nda ve Beşiktaş - Dolmabahçe yolunda değişik tonlardaki yapraklar arasında yürüyerek ve yaprakların hışırtılarını dinleyerek bir başka güzel. Kentin dışında bol ağaçlı, sakin yerlerde dolaşmak zamanı şimdi. Hem kış da gelirse gelsin! İnsanların ruh hallerinin karamsarlığa dönüşmesinde onun suçu yok. Çarpan soğuğunda sokaklarda yürümek başka bir enerji bile verebilir. Bahara daha çok var. Öyleyse öncelikle sonbaharın daha sonra da dışarıda atkıyla, bereyle, sıkı giyimle kafelerle ve kent yaşamının getirdiği diğer aktivitelerle, evde ise şekersiz kahve veya çay yanında evde yapılmış en az %70 kakaolu parça çikolatalı top kek -muffin-, kitaplar, dergiler ve filmlerle kışın tadını çıkarmalı.
 
*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License

28 Ekim 2008 Salı

Parkorman’dan bir romantik geçti: MORRISSEY

10 Haziran Cumartesi gecesi, Efes Pilsen One Love Festival 5 kapsamında Parkorman unutulmaz bir konsere ev sahipliği yaptı. Önceki yıllarda pek çok büyük grubun ve müzisyenin konser verdiği İstanbul’a ‘Morrissey de gelse’ diye hayal ederdim. İki ay öncesinden biletler alınmış ve konser gecesi heyecanla beklenmişti. Bir hayalin gerçekleştiğini görmek çok güzeldi.

22 Mayıs 1959 Manchester doğumlu Steven Patrick Morrissey’in annesi kütüphaneci babası ise hastanede kapıcıydı. Morrissey, Oscar Wilde, James Dean ve müzikte de New York Dolls hayranıydı. 1977 yılında müzik üzerine yazdığı makalelerini dergilere gönderiyordu ama yayınlanmıyordu.* Efsaneleri ve simgeleri seviyordu: onları özenle seçtiğini, onların tehlikesiz olduğunu ve hayal kırıklığına uğratmadığını söylüyordu. Bir işe girip çalışmayan,Yapmam gereken kendi işlerimin olduğuna inanıyordum. Bir başkası için çalışmaktansa açlıktan ölmeyi tercih ederdim.diyen Morrissey gitarist Johnny Marr ile 1982’de The Smiths grubunu kurdu...

25 Ekim 2008 Cumartesi

Gelişigüzel

Nazmi Yılmaz, 1990'lar, kağıt üzerine karakalem, 21 x 29 cm
Blog... Sık güncellenmesi gereken bir şey sanırım. Oysa aylardır yazmamışım. Zaten daha önce yazdıklarım da güncel şeyler değil. Öyleyse benim sayfam biraz amacı dışında gibi. Ne yazmalıydım?

"Bugün dışarı çıktım. yürüdüm. Hayatı ve kendimi sorguladım milyonuncu kez. Mutluluk diye bir şey yok ama hayat galiba güzel."

ya da ertesi gün:

"Melankolik bir gün. Aslında melankolik olan gün değil benim. Nick Drake dinliyorum. Az önce kahvemi içtim, yanında bitter çikolatayla. Canım dışarı çıkmak istemiyor. Sadece uyumak istiyorum. Hava da ruh durumuma uyuyor. Zaten sonbahar."

Başka bir gün:

"Gece güzel. Gece hüzünlü. Dolunay büyülüyor ve aydınlatıyor. Yine uykum yok" vesaire vesaire vesaire (Yul Brynner huzur içinde uyu :))...

Hem kime ne benden.

Nalan Yılmaz, 15 Aralık 2006, Yahoo 360 pages 

*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License

21 Ekim 2008 Salı

Olmayan Yer

Hiç olmak ve hiçbir şey istememek. Nietzsche’ye göre "insan hiçbir şey istememektense hiçliği ister". Yeryüzünde sonsuz can sıkıntısına son verecek bir şeyin varlığına inanılmazsa, her şey sıkıntı yaratıyorsa kaçınılmaz olarak acıyla karşılaşılır. Mutsuzluk bir yazarın karakterine söylettiği gibi gerçekten yürekle aynı dili konuşamamaktan mı kaynaklanır? Olmayan bir yerde olunabilir mi? Olmayan bir yer maddeye dönüşmemiş enerjinin olduğu yer midir? Tanımlanabilir mi? Hayır. O hiçbir kavramla açıklanmadığı, anlam yüklenmediği ve sıfatlandırılmadığı sürece olmayandır. 

Tanımlanabilen, maddi, somut bir dünyayı deneyimleyen olmayan bir yerde olabilir mi? Görülebilen, dokunulabilen duyularla algılanan somut, üç boyutlu madde dünyasındaki gerçeklikler yadsınabilir mi? Bunun yanı sıra gizemli biçimlerin çekiciliği, doğaüstü hayallerden gizli görüntüler, düşler, görünüşün ardına gizlenen anlaşılmazlık, somut nesnelerden yola çıkmadan soyutlama, orjinallik de var. Çelişkiye düşünce insan kendini dışa karşı kapatıp on ayaklı yengeç gibi sağlam kabuğunun altına çekilip gizli olan kendine ait dünyasında yaşamayı seçer.

*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License 

17 Ekim 2008 Cuma

Avignon'lu Kızlar

Bu ünlü resim Pablo Picasso'nun ve 1907 tarihli. Picasso hüznün hakim olduğu ve sık sık mavi tonlarını kullandığı Mavi Dönemiyle, tiyatro ve sirk dünyasını yansıttığı pembe döneminden sonra Avignon'lu Kızlar'la yeni bir anlayışa geçer. 1905 yılına kadar sembolist özelliklere ve sosyal gerçekçi konulara eğilimi varken bu tarihten sonra sadece resimsel nitelikler üzerinde durur. Monet, Cezanne ve Seurat gibi sanatçıları takip eder. Matisse ve Yaşama Sevinci adlı resmi ilgisini çeker. Bu resim avangard olarak nitelenir ve sanatta yeni bir şeyleri müjdeler. 244 x 235 cm ölçülerindeki Avignon'lu Kızlar Matisse'in resmine gösterilen tepkileri de yansıtır.

Resmin ismini Picasso değil de satın alan kişi vermiş. Kübist resimler de bu genellikle böyle. Sağ taraftaki ilkel ve heykelsi figürler Afrika masklarından uyarlanmışlar. Köşeli hatlara, sert ve şiddetli bir görünüme sahipler. 20. yüzyıl başında Avrupa'da sanatçılar arasında Afrika heykelleri ve maskları heyecanla karşılanır ve koleksiyonu yapılır. Sosyal işlevleri olan ve büyü nesnesi olarak kullanılan heykellerde biçimsel kaygıdan ziyade anlam ve ifade ön planda. Picasso heykelleri gördükten sonra kendi sanatında da gelişme gösterir. Üç boyutlu formları iki boyutlu düzlemde göstermeye çalışır. Farklı bakış açılarından figüre yaklaşır. İnsan figürlerinin hem profilden hem cepheden, çeşitli nesnelerin önden, arkadan, sağdan, soldan, yukarıdan ve aşağıdan görünüşlerini bir arada verir. Bunlar kübizmin özellikleri. Picasso ve arkadaşı Braque, Cezanne'nın ve Fov anlayışta resimler yapan Matisse'in çalışmalarını geliştirip doğa görüntüleri arkasındaki formları araştırmaya yönelirler. Böylece kübist resimler ortaya çıkar.

14 Ekim 2008 Salı

Yıldız Teknik Üniversitesi Bahçesindeki Yeşil Köşk'ün Duvar ve Tavan Resimleri

Şehzade Köşkleri'nin üçüncü sırasında yer alanı renginden dolayı Yeşil Köşk olarak anılıyor. Yüksek bir bodrum üzerinde yükselen iki kattan oluşan köşkün girişi arkadadır. Zemin ve birinci katta değişik büyüklüklerde üçer oda bulunuyor. Köşk bugün Yıldız Vakfı binası olarak kullanılıyor. 

Köşkün zemin katında yapının arka kısmından giriş sağlandıktan sonra bir koridora ulaşılıyor. Koridorun sonunda sağdan aynı hole bakan üç odadan birine giriliyor. Zemin kattaki odaların ikisinde duvar ve tavan resimlerine rastlanıyor. En büyük odasında duvar üzerinde istiridye motifli, bej ve kahverengiden oluşturulmuş ampir bir elips pano içinde yer alan resmin ön planında denize doğru uzanan kara parçası ve üzerinde iki kule tasvir edilmiş.Bu yapılar beyaz, çatıları ise kırmızı boyalıdır. Işık-gölge ile derinlik kazandırılmış ve perspektif uygulanmış. Denize doğru uzanan kahverengi tonların belirgin olduğu kara parçası üzerindeki kuleler yıkılacakmış gibi duruyor. Denizle gökyüzü arasında dağ ve gökyüzünde bulut kümeleri görülüyor. Deniz üzerinde küçük bir yelkenli de unutulmamış. Kulelerin gerisinde yine bildik ağaçlar yerini almış.

13 Ekim 2008 Pazartesi

Yıldız Teknik Üniversitesi Bahçesindeki Sarı Köşk'ün Duvar Resimleri

Osmanlı sarayları içinde en son örneği oluşturan Yıldız Sarayı 500.000 m 2 lik bir alan üzerine kurulmuş. En fazla II. Abdülhamit döneminde (1876-1909) gelişme gösteren saray ve çevresi yüksek duvarlarla çevrili ve Beşiktaş-Ortaköy arasındaki Yıldız tepelerini kapsıyor. Saray; saray yapısı, kışlalar, talim yeri, köşkler, bahçeler ve camilerden oluşan bir kompleks. Kışlalar ve talim yeri günümüze gelmemiş. Yıkılan, yok olan, yanan pek çok köşk ve ek yapıların sayısı yüze yakın. Yapılar kuzeybatıda yoğunluk kazanırken Çırağan’ın üst kısımları daha çok bahçe ve koruluktur. Koruluğun içinde Şale, Çadır ve Malta Köşkleri ve Çini fabrikası yer alır. Sarayın mimarları Agop ve Sarkis Balyan ile Raimondo D’Aranco’dur.

Abdülaziz ve Abdülmecit zamanından kalan yapılar arasında Daire-i Hümayun (Yıldız Kasrı), Büyük Mabeyn Dairesi, Şale Kasrı’nın ilk bölümü, Malta ve Çadır Köşkleri vardır. 44 yıl padişahların oturduğu ve devletin idare edildiği sarayda II. Abdülhamit döneminde 12.000 kişi yaşıyordu. 1974 yılından sonra Kültür Bakanlığı’na geçen sarayı oluşturan yapılar bugün çeşitli amaçlara hizmet ediyor.

Yıldız Sarayı Külliyesi; müze, Şale Köşkü; Milli Saraylar Daire Başkanlığına bağlı müze, Güzel Sanatlar Dairesi; Belediye Müzesi, Dış Karakol ve Arabacılar Dairesi; çeşitli vakıfların merkezleri, IRCICA; Araştırma Merkezi, Yıldız Parkı, Malta ve Çadır Köşkleri; Belediyeye ait ve halka açık, Silahhane, İç bahçe ve havuz çevresi; sosyal ve kültürel etkinliklerin yapıldığı alanlar, Harem, Damatlar Dairesi, Çukursaray, Hünkar Dairesi; Yıldız Teknik Üniversitesinin birimleri olarak kullanılıyor. Saray iç bahçe- Hasbahçe-, Dış bahçe -Yıldız Korusu-, Şale Köşkü bahçesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi çevresindeki Harem bahçeleriyle çevrilidir. 500 dönüm alan üzerindeki bahçelerde 100-110 yıllık ağaçlar ve çok sayıda çeşme, kayalıklar, suların kayalardan dökülmesini sağlayan kaskadlar, köprüler, saksı, çiçek kapları, havuzlar, limonluklar ve çok çeşitli süs bitkileri yer alır. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarının Osmanlı kültürel hayatının göstergesi olan saray ve çevre düzenlemesi, mimarlık ve bezeme anlayışı bakımından döneminin değişik yaklaşımlarını da yansıtır.

9 Ekim 2008 Perşembe

Tapınakların ve Mezarların Muhafızı Sfenks: Mısır, Suriye, Mezopotamya - 1

Sfenks, bazen koçbaşlı ve kanatsız olsa da genellikle kadın başlı, aslan gövdeli ve kartal kanatlı, tapınak ve mezar koruyucu mitolojik bir yaratıktır. Adı, bağlamak, sıkmak ve boğmak anlamındaki ‘sphingein’den gelir ki bu tanımları Yunan mitolojisindeki efsanesiyle yakınlık gösterir. Yunan mitolojisinde aşık ama öldürücü, yok edici, yıkıcı ve kötü şans getiricidir. Hades’in uyutucu demonlarından biri olan sfenksten en erken olarak Hesiodos’un Theogania’sında söz edilir. Bazen Ekhidna ve Orthus’un çocuğu olduğu söylenmesine rağmen asıl babası Typhon’dur. Başka bir efsanede Thebai kralının kızı olduğu ifade edilir. Hesiodos sfenksin annesinin ağzından ateş fışkırtan, üç kafalı canavar Khimaria olabileceğini belirtir.

Sfenksin Oeidipus’la olan efsanesi en yaygın ve en bilinendir. Bu efsaneye göre sfenks, Hera ya da intikam için Ares tarafından halkına kızgın olduğu Thebai’ye gönderilir. Halk, kentin girişinde bir dağda kayalık üzerinde bekleyip gelen geçenlere Musalardan öğrendiği bilmeceleri soran canavarın korkusuyla yaşamaya başlar. Bilmeceler “önce dört, sonra iki, daha sonra da üç ayaklı olan ve en çok ayağı olduğunda en güçsüz olan yaratık kimdir?” ve “iki kız kardeştirler, ikisi de birbirini doğurur” dur. Oeidipus ilk bilmeceyi ‘bebekliğinde elleri ve ayakları üzerinde emekleyen, büyüyünce iki ayağı üstünde yürüyen, yaşlılığında bir bastona tutunan insandır’, ikincisini de ‘gün ve gece’ diye yanıtlayınca sfenks kendini kayanın tepesinden uçuruma atar. Oeidipus da kentin kralı olur. Bu efsaneden sfenksin her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir yaratık olduğu anlaşılır. Başka görüşlere göre canavarı bilmeceyi yanıtladıktan sonra Oeidipus öldürür. Bir diğerinde Thebaililer her gün bilmeceyi çözebilmek için toplanırlar ama başarılı olamazlar. Her günün sonunda da sfenks onlardan birini yer. Homeros bu mitostan söz etmez. Hesiodos’ta da çok az yer alır. Yol kesen sfenksin dış görünüşü şiddet sever, saldırgan kişiliğiyle aslan şeklindedir. Soyguncu olarak pençelere ve geniş, ürkütücü kartal kanatlarına sahiptir. Euripides kanatlarının parıldadığını yazar. Ayrıntılı görünüşünü tarif eden Sofokles sfenks için ‘bqvwosvwv’ kelimesini, Aiskhilos ise ‘svonnepiav npvvravis kvwv’ tanımını kullanır.

Bu kanatlı karışık yaratık, benzeri grifon gibi hem dekoratif hem de görevlerini simgelemek amaçlı Mısır, Suriye, Mezopotamya, Anadolu, Pers, Girit, Miken ve Yunan sanatlarında sık sık yer almıştır. Mısır’da 4. sülalenin 4. firavunu Kefren döneminde (M.Ö. 2558-2532) yapıldığı ileri sürülen Gize’deki büyük heykel bilinen en eski sfenkstir. Burada erkek başlı, kanatsız, aslan gövdelidir ve batı-doğu yönünde uzanır. 74 metre uzunlukta ve 20 metre yükseklikteki anıtsal sfenksin gizli bir ifadeye sahip yüzü firavun Kefren’i, aslan gövdesi de onun gücünü sembolize eder. Gize platosundan doğal tek bir blok kireçtaşından yontularak yapılan heykelin ayaklarının altında alabastar mermerden bir tapınak bulunur. Kralın piramidinin yanındaki doğuya doğru bakan ve başı düz bir başlık ile örtülü olan sfenks tüm vadiyle tapınağın süsüdür ve mezarların bekçisidir. Pençelerinin arasında bir hikayenin anlatıldığı stel vardır. Bu hikayeye göre 4. Thutmosis kafasına kadar kumlarla örtülü heykelin üzerinde uyur. Rüyasında onunla konuşan sfenks kendisini bu kumlardan kurtarırsa Thutmosis’in Mısır’ın kralı olacağına dair söz verir. Yapıldığından bu yana defalarca çöl kumları altına gömülen bu görkemli heykel 18. sülale devrinde, hikayede adı geçen 4. Thutmosis tarafından temizlettirilir. Sonraki dönemlerde önemsiz tamiratlar geçirir ve en son 1998’de Mısırlılar tarafından on yıl süren bir restorasyonda zemine kireçtaşı blokları ilave edilir.

Mısır’da firavun portrelerinin sfenks biçiminde yapılması gelenektir. Bu yaratığın ortaya çıkışı da firavunun aslan kadar güçlü olduğunu göstermek içindir. 56. sülale zamanında sfenks aslanların adı altında anılır ve Aton ile özdeşleştirilir. Yeni imparatorlukta 1. Thutmosis zamanında Gize sfenksinin adı ‘Hor-em-akhet’ yani ‘Horus Ufukta’ ve ‘Horus Mezarlıkta’dır. Latin metinlerinde ise sfenks yeraltı dünyasının kuzeyinde uzak bir yerde durur ve Nemes krallığının sihirli peruğunun koruyucusudur. Orta İmparatorlukta 1. Seostris sarayının muhafızlarıdır. 3. Amenemhat’ın Ugarit’e gönderdiği iki sfenks Baal Tapınağı’nın girişine yerleştirilir. Yeni İmparatorluk döneminde de yapılan tapınaklara açılan yolların iki kenarında kalın temeller üzerine oturan sfenksler dizilidir. Karnak’taki Amon Tapınağı’nın giriş yolundakiler aslan gövdeli ve koçbaşlıdır. Tapınağın tanrısını kötü etkilerden koruduğuna inanılan karışık hayvanların ayaklarının arasında bir tanrının ya da kralın heykeli bulunur.

Mısır mitolojisinde önemli bir rolü olan sfenks yeraltı dünyasının kapılarının da gardiyanıdır. Pasif muhafızlıktan kralın düşmanlarını yok ediciye dönüşen bu doğaüstü yaratık bir yazıtta kendini şöyle ifade eder: “Mezar şapelini korurum. Mezara ait odanın muhafızıyım. Zorla içeri gireni uzaklaştırırım. Düşmanları ve silahlarını yere fırlatırım. Mezar şapelinden hainleri kovarım. Bir yere gizlenmiş düşmanları yok ederim. Gizlenecekleri yerleri kapatırım”. Kahire Müzesi’nde bulunan 4. Thutmosis’in savaş arabası kartal başlı, kanatlı, elinde hayat sembolü ve oraklı tanrı Horus’un düşmanlarını ayakları altında çiğneyen sfenkslerle süslüdür. Mısır’da böcek şeklinde muskalar, mücevherler, duvar resimleri ve steller üzerinde de tanrısal varlıkları, gücü ve bilgiyi simgeleyen sfenksler genellikle uzanmış durumda, erkek başlı, kanatsız ve sakallı olarak tasvir edilir.

Sfenks Mısır etkisiyle Suriye’de de tanınır ama oradaki anlamı belirsizdir. Suriye ve Fenike tasvirlerinin Mısır’dakinden en önemli farkı kanatlı olmasıdır. M.Ö. 15. yüzyılda ortaya çıkan dişi sfenks de başka bir yeniliktir. Mühürlerde, fildişi ve metal eşyalar üzerinde, oturmuş ve pençesini kaldırmış olarak çoğunlukla bir aslan, bir grifon ya da diğer bir sfenksle birlikte görülür. M.Ö. 13. yüzyılda Fenike’de Kral Ahiram lahtinde kral tahtının yanında durur. Sfenksler cennetin kapılarının muhafızlarıysa buradaki de kralın ruhunu cennete almak için bekler. Suriye üslubundaki mühürlerde saçları kısa kesimli veya Mısır’dakileri andıran bir örtüye sahip karşılıklı duran sfenkslerin aralarında bitkisel motifler bulunur. Ana konunun yanında bezeme amaçlı bu tür figürler fildişi eserlerde de betimlenir. Megiddo’dan Hitit üretimi bir fildişi plaka ilginç bir çalışmadır. Plakanın üst bölümünde yüksek konik şapkalı bir sfenksin göğsünden aslan başı çıkar. Alt bölümde ise saçı bantlı sfenksin hathor lülesi göğsüne iner. Kuyruğu arka bacağın altından yukarıya kıvrıktır ve oturan Mısır sfenksi tarzında gergindir. İki figür arasındaki bitki simetrik değildir. Doldurma öğesi olmasından çok bir sembol gibidir. Suriye’den örneklerde sfenks şeklinde fildişi mobilya parçalarına da rastlanır.

Suriye’den Mezopotamya’ya geçen sfenks tasvirleri Erken Sülale Devri’nde ve Yeni Babil sanatlarında mühürlerde, fildişi eserlerde ve kabartmalarda uygulanır. Sümerlerde İştar Tapınağı’nda böyle kanatlı, insan başlı kabartmalar vardır. Yeni Asur döneminden 2. Asurnasirpal’in (M.Ö. 883-859) Nimrud’daki sarayının kapısındaki sfenks aslan gövdeli, kartal kanatlı, erkek başlı, sakallı ve uzun saçlıdır. Lamassu da denilen heykelin önden bakıldığında iki bacağı profilden ise arka bacakları ve ortadaki yürür pozisyondaki beşinci bacağı görülür. Yeni Asur döneminde Nimrud’da Asurahaiddin Sarayı’nın bir oda girişinde öndeki çifti büyük, arkadaki ise küçük boyutlu insan başlı, sakalsız, çökmüş, kanatlı aslan biçiminde sütun altlıkları işlevsellikleriyle ön plana çıkarlar. Arslantaş’tan fildişi bir eserde kutsal ağacın iki tarafında karşılıklı duran koçbaşlı, kanatlı sfenksler vücutlarının oyumu ve ön ayakları arasından sarkan giysileriyle ve ince işçilikleriyle farklılaşır. Çift taç takmış sfenkslerin boyunları, tüyleri ve boynuzları ve kutsal ağacın çevresindeki şeritler altındır. Giysilerinden dolayı Korsaabat’ta bulunmuş kanatlı sfenkse benzerler. Ancak Korsaabat’taki insan başlıdır ve Mısır örneklerindeki gibi başlıklıdır. Samarra ve Nimrud’da fildişi eserlerde bu şekilde sarkan giysili sfenksler bulunur.

Nalan Yılmaz - 23 Temmuz 2005, Cumartesi, Hürriyet, Agora
Nalan Yılmaz - 31 Temmuz 2005, Pazar, Hürriyet, Agora 
Nalan Yılmaz, Tapınakların ve Mezarların Muhafızı Sfenks, 7 Ekim 2008, Lebriz Sanal Dergi

Ayrıca bakınız: Karışık Yaratıklar: Grifon, Sfenks, Kentauros

***** Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License

7 Ekim 2008 Salı

Batı Resminde Natürmort

1560’lardan sonra Hollanda resim atölyelerinde görülen tür stilleven adını alır. Bu sözcük Fransa'da nature morte - ölmüş doğa-, İngilizce’de still-life, Almanca’da stilleben, İtalyanca’da natura morta olarak nitelendirilir. Bu tür, akademi yanlısı ve barok üslup karşıtı çevrelerde yaygınlık kazanır. Natürmortta; canlı varlıklar dışında kalan nesnelerle, çevremizdeki hareketsiz doğa öğeleri, özellikle çiçekler, meyveler ve küçük hayvanlar konu olarak seçilir. Nesneler pratik kullanımları dışındasimgeselbağlantılar açısından da önemlidir. 

Ölüdoğa öğeleri 17. yüzyıla kadar resmin konusuna ve ayrıntıya destek olarak tasvir edilir. İlk kez 17. yüzyılda ana konu olur. Ancak bu türün ilk örneklerine eski Mısır mezarlarında ve Antik Yunan duvar resimlerinde, mozaiklerde, toprak vazoları ve tabakları üzerinde de rastlanır. M.Ö. 1422-1411 yıllarında Mısır’da Menna’nın mezarının duvarlarında meyve, balık, tavuk ve testi tasvirleri bulunur. Bu resimler ölüye sunulan yiyecekleri gösterir. Antik Yunan’dan günümüze örnek ulaşmamıştır ama Pliny ‘Doğa Tarihi’ adlı kitabında Xenion denilen bu resimlerin yapıldığını ve en önemli ustanın Peiraikos olduğunu (M. Ö. III. yy.) belirtmiştir. Natürmort resimler Roma döneminde de Herculanium ve Pompei'de küçük taşınabilir eşyalar üzerine, duvarlara fresk ve mozaik olarak uygulanır. Ekmek dilimleri, yumurta, sebze, meyve, deniz ürünleri gibi yiyeceklerle birlikte pişmiş toprak, cam ve metal kaplar içinde su, zeytinyağı ve şarap ile masada düzenlenmiş çiçek ve meyvelerin resimlendiği Roma natürmortları gerçekçi ve dekoratif özellikler gösterir.

4 Ekim 2008 Cumartesi

Tabula Rasa

Bazen kendimi Samuel Beckett'in romanlarındaki anti-kahramanlar gibi hissediyorum: yatarken veya kımıldamadan otururken zihninden binlerce şeyin akıp gitmesine izin veren, hiçbirini durdurmayan, iç dünyalarında yolculuklara çıkan, boşuna bekleyen, umutsuz, isteksiz, kendinden uzaklaşamayan, hiç kimse olduğunu duyumsayan ve bundan memnun olan.

Bazense bomboş bir zihnim varmış gibi hissediyorum. Sanki o güne kadar hiç bir şey yaşamamış, öğrenmemiş, duymamış, görmemiş, hiçbir şeyin çağrışım yapmadığı, imgesiz boş bir levha. Anılar yok, duygular yok, hortlak düşünceler yok. Sadece oradayım. Bir hiç olarak duruyorum. Suprematistlerin nesnesiz dünyasındaki beyaz içinde beyazı gibi. Dinamik bir sessizlik içinde kozmik sonsuzluğun ritmini duyar gibi.

***** Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License

1 Ekim 2008 Çarşamba

Samuel Beckett'in Hiçlik'te Yüzen Kahramanları

"Hiçbir şey hiçten daha gerçek değildir."

Malone ölüyor

... Yeterince beklemiş olan biri beklemeyi sürdürebilir sonsuza kadar. Belli bir süre geçtikten sonra hiçbir şeyin olmayacağı, hiç kimsenin gelmeyeceği anlaşılır, geriye boş bir bekleyiş kalmıştır yalnızca. 249 / ... Ayakta durmaktansa yatmayı severdi daha çok; en küçük bir gerekçe yatmasına ya da oturmasına yeterliydi; yaşam mücadelesi kıpırdaması için ona baskı yaptığında ancak kalkardı yerinden. Varoluşunun önemli bir bölümü bir taş kadar devinimsiz geçmişti. 251... Günahsız birinin önüne çıkan onca tuzak ve dikenden kendisini koruyacak biri yardımına gelmedi hiç; kendi gücünü ve olanaklarını kullandı, sabahtan akşama akşamdan sabaha süren ölümcül bir yara almadan ayakta kalma uğraşında... Kimse ödüllendirmedi onu, paradan yana da hiç şansı olmadı, alnının teriyle ya da aklını kullanarak biraz kazanabilse çok sorun yaşamayacaktı aslında. 251/ ... Kimsesizlik ve saltık bir yoksunluğun açlık çektiği ve öteki garipler gibi barınacak bir yerin izini sürdüğü günlerin, yalnız ve boşlukta yaşamanın kara sevincini tatmanın bilgiden, güzellikten ve sevgiden uzakta, isteksizlik ve çaresizliğin yoğun özlemini çekiyordu.

Adlandırılamayan 

... Kendimi bulmak, kendimi yitirmek demek, yok olmak ve ilkin bir yabancı gibi, sonra yavaş yavaş her zamanki kimliğimle başka bir yerde yeniden başlamak demek benim için. Bu yere gelince hep orada olduğumu söyleyeceğim ben.  s: 313
... İnsanın nerede olduğunu, nerede kalacağını bilmesi ama orada olmaması ne güzel şey! Sonsuza değin hiç kimse olmadığının bilincinde gönül rahatlığıyla işkence masasına uzanır insan.  s: 351 
... Umutsuzluğa düşmek için düşünmeye gerek yok. s: 382 
... Doğru düşünceyle karşılaşana kadar düşünce üretip durmaktan başka ne yapabilir insan? Her şey sustuğunda, her şey sona erdiğinde tüm söylenmesi gerekenler söylenmiş olacak, bilinmesi gerekmiyor hangi sözler bunlar bilmenin olanağı yok, oralarda bir yerde, yığının kalabalığı içindeler son sözcükler olmaları gerekmiyor. s: 384
... Hiçbir şey olamamış, hiçbir şey yapamamış biri için yeterince aynı şeyi yapıp, yeterince aynı şeyi olduğum için, yalnızca sonu beklemek gerekiyor, yine aynı şey olacak sonunda belki aynı önceki gibi olacak. Yalnızca sona doğru gitmeye ya da sonu titreyerek ya da neşeyle, bilinçle ya da boyun eğerek beklemeye zorunlu olduğumuz onca zaman boyunca olduğumuz gibi olacak. s: 395
... Her şey sonunda nasıl da düzeliyor; sabrın sonu selamet demişler, zaman her derdin ilacı bu düzelmenin nedenlerinden biri de dünyayı artık dönmez, zamanı artık geçmez kılan, acıları sona erdiren dönüp duran şu dünya, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey anlamadan yalnızca beklemeniz gerekiyor, bir şey yapmak bir işe yaramıyor, elinize bir şey geçmiyor, her şey düzeliyor, hiçbir şey düzelmiyor, hiçbir şey asla bitmeyecek, bu ses asla susmayacak, burada yalnızım, ilk ve son kişiyim, kimseye acı çektirmedim, kimsenin acılarına bir son vermedim, kimse gelip benim acılarıma son vermeyecek, hiçbir zaman gitmeyecek onlar, yerimden kımıldamayacağım hiçbir zaman, huzur nedir bilmeyeceğim hiçbir zaman. s: 397

Beckett, Samuel, Üçleme, 'Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılamayan', çev: Uğur Ün, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1997.

... Malone 'gözden uzak durmak istiyorsanız bütün yapacağınız dümdüz yatmaktır. Heyecan duymadan, hareketsiz, ne sıcak, ne soğuk, ne ılık'... s: 343
... Malone öncelikle iki kişinin ne cesaretle birbirlerine sarılabildiklerine şaşar... Sonra umutsuzluğun güzüyle birbirlerini kucakladıkları kararını verir ama bunun boşuna olduğunu, çünkü her biri kendi sınırlarına çekilmiş iki ayrı vücudun bulunduğunu düşünür. Her birinin ötekine umut bağlayarak birbirlerine sarılmalarından ne sonuç alabileceklerini anlayamaz bir türlü... Sonra gözlemlerini sürdürür. s: 344   

Teber, Serol, Melankoli, Normal bir Anomali, Say Yayınları, İstanbul, 2001
 
Yukarıdaki cümleler yıllar önce okuduğum kitaplardan alıntıdır.

30 Eylül 2008 Salı

Edward Hopper ve Deniz Tarafındaki Odalar

Hudson nehri yakınlarındaki küçük bir tatil kasabası olan Nyack’ta doğan Amerikalı sanatçı Edward Hopper (1882–1967) New York’ta hayatını sürdürür. Yaz aylarını ressam eşi Josephine Nivision ile birlikte Cape Cod yakınlarındaki deniz kıyısındaki evinde geçirir. En büyük tutkusu gün ışığıdır. Işığın etkileri üzerine yoğunlaşır. Paris’te genç bir sanat öğrencisiyken başlayan bu ilgi tüm kariyeri boyunca devam eder. Sıradan olan şeylerdeki farklı ve garip yönleri arayan Hopper Avrupa seyahatlerinde eğitimlere, sanatsal etkinliklere katılır ama herhangi bir akımdan etkilenmez. Sanatı tutarlı, kendine yeten ve bağımsızdır.

İlk yıllarında suluboya resim, gravürler, hayatını kazanmak için ise isteksizce reklam tasarımları yapar. Suluboyalarında köy ve küçük kasaba görünümleri yer alır. Gravürlerinde çoğunlukla çevresinden soyutlanmış figürler, boş caddeler, ışık-gölge karşıtlığı ve mimari üzerine düşen güneş ışığı oyunları ön plandadır. New England’daki binalara sıkça yer verse de doğaya uzak değildir. New York’ta yaşayan Amerikalı modern sanatçıların tercih ettiği sanatsal motifler: kalabalık caddeler, gökdelenler, endüstriyel makineler ve Jazz müziği vb. konulardır. Hopper ise şehir hayatının gürültüsünü ve kargaşasını yansıtmaktan kaçınır. İnsansız ya da tek tük insanın olduğu sokakları, müşterisiz mağazaları, restoranları New York’un göğe yükselen binalarının aksine manzara geleneğine bağlı olarak yatay biçimde resmeder.

28 Eylül 2008 Pazar

Melankoli

Melankoli en yoğun halindeyken derin bir keder içinde hüzünlü, acı çeken, yalnız, umutsuz bir insanın içinde bulunduğu durumdur. Melankolik mizaçlı kişi yalnızlığı, toplumdan uzaklaşmayı ve insanlardan soyutlanmayı tercih eder. Diğer insanlarla yakın ilişkiler içine girmekten kaçar. Yaşamı boş ve anlamsız bulur. Mutluluktan çok içsel huzuru, sakinliği ve sessizliği arar. Melankolik insan huzurlu olabilmek, sakin bir hayat sürebilmek için yalnızlığı seçer. Ancak yalnız olduğunda da hayatla ve insanlarla olan ilişkilerini sorgulaması ve sürekli düşünmesi, kendine yönelik acımasız eleştirileri ve varoluşunun nedenini araması gibi sebeplerden dolayı bir türlü dinginliğe ulaşamaz. Sıkıntıları ve bunalımları sona ermez. İçinde bulunduğu dünyaya ve topluma uyumsuz olduğunu hisseder. Bu durum bazen onu hüzünlendirirken bazen de memnunluk hissi verir. Olayların, yaşamın ve insanların içinde olmaktansa dışarıdan çıkarsız, amaçsız bir izleyici ve gözlemci olmayı tercih eder. Bu da hafif içsel bir gülümsemeyi beraberinde getirir. Kimsenin yerinde olmak istemez. Kendi olmaktan memnundur ama kendiyle uğraşmaktan da geri durmaz. Bitmeyen sıkıntısı, boşluk içinde oluşu ve hüznü onu içinden çıkamayacağı kederlere de boğabilir. Hüznü bazen gülerek –Demokritos-, bazen ağlayarak -Heraklitos-, bazen de suskunluğuyla –Hölderlin- açığa çıkabilir. 



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...