melankoli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
melankoli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
21 Şubat 2018 Çarşamba
Gökyüzünü Çalan Betonlar ve İstanbul'un Ruhu
2 Haziran 2017 Cuma
İstanbul'da Doğaya ve Tarihe Yolculuk
İstanbul... Doğup büyüdüğüm ve yaşadığım şehir... Hızı, kalabalığı, gürültüsü, bitmeyen inşaatları, tahammülsüz insanları usandırsa da hiç ummadığınız anda ya da isteyerek ona kendinizi bıraktığınızda güzelliklerini de esirgemiyor. Genellikle insanlar her gün işine, okuluna, evine vb. yerlere yetişmek için koşturuyor. Bir an önce gideceği yere ulaşmak istiyor. Trafiğe sinirleniyor. Böyle büyük, kalabalık şehirde yaşamanın da bir bedeli var. Şikayet etmekle, stresli olmakla ve bu gerginliği başkalarına yansıtmakla bir şey elde edilemiyor. Belki bir on dakika vapurda denizi, Boğaz'ı, manzarayı, martıları seyrederek huzur bulunuyor. Artık onu da yapan azaldı çünkü telefonlardan başımızı kaldıramıyoruz. Ya da sadece fotoğraf çekmek için etrafa bakınıyoruz. Oysa hâlâ saklı bir hazine olan İstanbul'da doğaya ve tarihe yolculuk yapmak ve sunduklarına açık olmak mümkün.
25 Kasım 2016 Cuma
Melankoli Kitapları
2001 yılında doktoraya devam ederken bir ders semineri için 35 kitaptan ve çok sayıda makaleden araştırdığım (Batı Resminde Melankoli) melankoli çok sevdiğim konulardan biri. 90'lı yıllarda da zaten özellikle 19. yüzyılda yaşamış melankolik ressam, müzisyen, şair, yazar, filozof, bilim adamı vb. aurasına girmiştim. Melankolinin tek başına hissedilen tatlı hüznüne kapılmak garip ve hoş bir duyguya neden olurken içinde kaybolunca saatlerin nasıl geçtiğini anlamak da zorlaşıyor. Bunu kendisiyle kalmaktan sürekli kaçanların ve hep başkalarıyla birlikte ve kalabalıklar içinde olmak isteyenlerin deneyimlemesi zor. Kendisiyle kalamayan düşüncelere de dalamaz. Kalabalık içinde oluş da aslında yalnızlıktan ve kendisiyle karşılaşınca içindekilerden korkmanın sonucudur. Önce kendini bilmenin ve varoluş üzerine düşünmenin dünyadaki en gerekli şey olduğunu inkar etmek aranılan, umulan beklenen mutluluğa götürmez. Nereye gidersen git, hangi eylem içinde olursan ol kendinlesin... O halde Dephoi'de Apollona adanan tapınağın girişinde de yazdığı gibi 'Kendini Bil'...
10 Eylül 2016 Cumartesi
James Ensor'un İronik Resimleri
Varoluşçu sıkıntılarına yanıt aramak için kendini feda ederek resim yapan Vincent Van Gogh, acıyla, hastalıklarla ve ölümlerle dolu yaşamı sanatını da etkileyen
Edvard Munch gibi James Ensor da Ekspresyonistlere öncü ressamlardandır.
Brüksel Akademisi’nde eğitim gören Belçika’lı Ensor (1860-1949) ilk zamanlar
dini ve tarihi konular, sonraki yıllarda empresyonist özellikler gösteren
portreler üzerine yoğunlaşır. Yine de yöntemi onlardan farklıdır. Ensor da
öncelik nesnede değil ışıktadır. Işık onun için tek ve bölünemeyendir, ressamın
ekmeğidir, duyuların kraliçesidir ve aydınlığı getirecek olandır. Çocuğu
olmayan sanatçı ışığı kızı olarak tanımlar. Kurucularından biri olduğu yeni
sanatsal gelişmeleri teşvik eden avangard grup Brüksel XX’nin diğer
sanatçılarıyla belirgin görüş farklıları yaşar. Sanat eleştirmenlerinin sert
bir şekilde eleştirdiği grup on yıl sonra dağılır.
Ensor’un çocukluğunda tavan arasında bulduğu maskeler, kuklalar ve babasının dükkânındaki deniz kabukları, egzotik oyuncaklar imgelem gücünün gelişmesinde rol oynar. Yaşadığı kent olan Ostende’nin gündelik yaşamını özellikle baloları, karnavalları, festivalleri ve plajları kalabalık sahnelerle resimlerine aktarır. Gönül gözüyle gören, içe dönük, insanlara ve dünyaya yabancılaşan bir kişi olarak gerçeklerden uzaklaşmayı tercih eder. Resimlerinde, baskılarında ve çizimlerinde koyu renklere ve alaycı mizaha rastlanır. Toplumun yaşam biçimiyle, davranışlarıyla, ikiyüzlülüğüyle acımasızca dalga geçer. Toplumsal sahteliğin simgesi gördüğü çılgın maskelerle yozlaşmayı yansıtır. Bu tutumuyla Rönesans Flaman ressamlarından Bosch’un ve Bruegel’in alay eden geleneğini devam ettirir.
31 Temmuz 2016 Pazar
Son Günlerde Blog ve Yazı Yazmak
Bir süredir bloga yazı ekleyemedim. Bunun sebebi son zamanlarda her şeye karşı biraz ilgisiz olmam. Bu da iyi değil tabi devam ederse melankoliye kapılmak mümkün. Sanki dünyada her şey kötüye gidiyor, insanlık bir kaosa ve karanlığa sürükleniyor... Her yerde acılar artıyor... Acımasızlık, zalimlik, vicdansızlık, kötülük, bencillik dünyaya hakim oluyor. En çok da komşumuz olan ülkedeki iç savaşın neden olduğu korkunç sonuçlar son derece üzücü... O kadar yakınımızda ki... Hayatını kaybedenler, doğup büyüdükleri toprakları terkedip bilinmezliğe yol alanlar... Bir ülke ve vatandaşları parçalandı. Ayrıca ülkemizde de terör örgütünün saldırıları sonucu her gün şehit veriyor ve yine terör örgütlerinin düzenlediği halkı hedef alan dehşetli patlamalarda insanlarımızı kaybediyoruz. Ulusal güvenliğimize yönelik ciddi tehditlerle mücadele ediyoruz. Hepimiz aynı dünyada yaşadığımıza göre uzakta veya yakında felaketlere üzülmemek imkansız. Dünyaya korku yayan olaylara karşı gelecek için umutlu olmak zorlaşıyor. Yine de insanlara, hayvanlara ve doğaya her zaman sevgiyle, iyilikle, vicdanla yaklaşıp tek haklı kendimizmiş gibi davranmadan, kibire kapılmadan, farklı olanı dışlamadan hayata tutunabilmek, evrensel insani değerlere saygı göstermek gerekiyor. Zor zamanlardan geçen güzel ülkem ve dünya için huzur, barış ve sevgi diliyorum...
Aslında bloga yazmaya başlayıp da ilerleyemediğim birkaç yazı taslağı var: Mesela Amasya, Konya, Kaş, Ksanthos, Patara, Letoon, Tlos gezileri, Empresyonizm, Sembolizm, Romantizm, Barbizon Okulu gibi konular... Bakalım -Türkiye ve dünya gündemi hayati konularda böylesine yoğunken- gelecek günlerde yazma ve araştırma isteği bulabilecek miyim?
*****Bu
sayfadaki yazının ve fotoğrafların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak
gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek
alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.
15 Haziran 2015 Pazartesi
Kafka'nın Çizimleri
Franz Kafka, 1922 |
22 Ağustos 2014 Cuma
Geceye Övgüler
“Şimdi biliyorum artık sonbaharın ne zaman olacağını / ışığın ne zaman ürkütemeyeceğini geceyi ve aşkı - mamurluğun ne zaman sonrasız ve tek, bitip tükenmez bir rüyaya dönüşeceğini. Cenneti çağrıştıran bir yorgunluk hissediyorum içimde... Sıradan insanların algılayamayacakları ve eteklerinden yeryüzünün akışının kaynadığı tepenin karanlık kucağından çıkan o billur dalga; her kim ki bir kez tadına varırsa, yukarılarda, dünyayı sınırlayan sıradağların zirvelerinde durup ötekilerdeki yeni ülkeye, gecenin yurduna bakarsa- gerçekten de o kişi bir daha dünya halinin koşuşturmalarına, ışığın sonsuz bir tedirginlikle barındığı o ülkeye bir daha geri dönmez.”
Novalis - Geceye Övgüler
20 Mayıs 2014 Salı
14 Mayıs 2014 Çarşamba
Gün Kömür Karası
Soma'da hayatını kaybeden maden işçilerimiz için çok üzgünüm. Yakınlarının acısını paylaşıyorum. Bir daha bu tür kazalarla karşılaşmamak için en kısa zamanda sorumlular bulunup cezalandırılmalı. Bu ölümler 'kader' deyip geçiştirilemez. Önlem almak, işçilerin güvenliğini sağlamak ve haklarını korumak için uluslararası sözleşmeler imzalanmalı; bir an önce yeni kanunlar çıkartılmalı.
İllüstrasyon Yusuf Tansu Özel
10 Nisan 2014 Perşembe
Kürk Mantolu Madonna
Dunning-Kruger
Sendromu'na göre 'işinde çok iyi olduğuna' yürekten inanan ‘yetersiz’
kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve
aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz.
Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür. ‘Cahillik ve haddini bilmeme’
hâli mesleki açıdan şaşılacak bir itici güç oluşturur. ‘Eksiler’ kariyer
açısından ‘artıya’ dönüşür. Gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar
çalışma hayatında ‘fazla alçakgönüllü' davranır ve öne çıkmaz.
Yeteneklerinin görülmesini umarlar. Beklerken daha da geriye çekilirler.
Bu yüzden de muhtemelen ‘hırs eksikliği’ ile suçlanırlar. İş hayatı ile
ilgili bu tespit hayatın diğer alanları için de geçerlidir. Mutlaka
herkesin çevresinde 'yetersiz ama müthiş güvenli' ve 'yetenekli ama
iddiasız' insanlar vardır. Bertrand Russel “dünyanın sorununu, akıllılar
hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendinden emin olmaları”
olarak nitelendirir.
Bu açıklamalar doğrultusunda Sabahattin Ali’nin 1940-41 yıllarında 48 bölümlük tefrika olarak yayınlanan ve 1943 yılında roman olarak basılan ‘Kürk Mantolu Madonna’sında Raif Efendi karakteri alçakgönüllülere bulunmaz bir örnektir. Romanın ilk bölümünde Ankara’da yaşayan ve birkaç aydır işsiz olan Rasim’in tesadüfen karşılaştığı arkadaşı Hamdi’nin aracılığıyla işe yerleşip, Raif Efendi ile aynı odada çalışması ve onunla yakınlık kurma çabaları anlatılır. Raif Efendi’nin sessiz yapısı, işyerinde diğer çalışanların ona karşı pervasız bazen de saygısız tutumları karşısındaki sakinliği; bir makine gibi ona verilen metinleri çevirip daktiloya vermesi; bir takım kitaplar okuyup akşam da alışverişini yapıp evine dönmesi genç oda arkadaşının dikkatini çeker. Böylesine uysal ve bir bitki gibi yaşayan insanın düşüncelerini merak eder.
Bu açıklamalar doğrultusunda Sabahattin Ali’nin 1940-41 yıllarında 48 bölümlük tefrika olarak yayınlanan ve 1943 yılında roman olarak basılan ‘Kürk Mantolu Madonna’sında Raif Efendi karakteri alçakgönüllülere bulunmaz bir örnektir. Romanın ilk bölümünde Ankara’da yaşayan ve birkaç aydır işsiz olan Rasim’in tesadüfen karşılaştığı arkadaşı Hamdi’nin aracılığıyla işe yerleşip, Raif Efendi ile aynı odada çalışması ve onunla yakınlık kurma çabaları anlatılır. Raif Efendi’nin sessiz yapısı, işyerinde diğer çalışanların ona karşı pervasız bazen de saygısız tutumları karşısındaki sakinliği; bir makine gibi ona verilen metinleri çevirip daktiloya vermesi; bir takım kitaplar okuyup akşam da alışverişini yapıp evine dönmesi genç oda arkadaşının dikkatini çeker. Böylesine uysal ve bir bitki gibi yaşayan insanın düşüncelerini merak eder.
4 Aralık 2013 Çarşamba
Aralık Hüznü
"Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla. Bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu. Ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz. İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. Bekleyip durur insan. Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır. Yalnız. Yalnız."
Stefan Zweig, Satranç
27 Mayıs 2013 Pazartesi
İstanbul ve Taşra
İstanbul ile ilgili yazımdan bir bölüm: "...Doğduğum, büyüdüğüm, yaşadığım; keşfedebilecek farklı sokakları olan,
karmaşık, monotonluktan uzak, büyülü, esrarengiz, tarihinden
ve sanatından kopmadan geleceğe ulaşmaya çalışan ve tam anlamıyla
yaşayan bu kentte ömür tüketmekten memnunum. Kısa süreli uzaklaşmalar
iyi geliyor ama döneceğim yer yine İstanbul. Bir de Konstantinos
Kavafis'in çok güzel ifade ettiği gibi "gidip gidebileceğim tek yer"de
bu kent..."
Osmanlı'da İstanbul merkez, onun dışında her yer taşra olarak algılanıyordu.* Taşra büyük şehrin imkanlarından yoksundur, muhafazakardır, yeniliklere açık değildir veya geç adapte olur. Merkez tarafından ihmal edilmişliğin hüznünü taşır. Genç biri için geleneği, yavaşlığı, ağır ve basık bir havayı, geçmişi, tekdüzeliği, bağımlılığı, sakinliği, sonsuz bir cansıkıntısını ve yaşlı olanı temsil eder. Kasabalı genç başka imkanların olduğunu bilir. Dünyasını genişletmek, özgürleşmek, baskıdan, kasvetten ve kısır döngüden kurtulmak ister. Bir şekilde yaşadığı yerden göç etmeyi hayal eder. İstanbul imkanlar dünyasına açılan bir kapıdır. Nuri Bilge Ceylan'ın 'Kasaba' ve 'Mayıs Sıkıntısı' filmlerinde Anadolu kasabasında doğa içinde geçen hayatlar yalın bir şekilde ele alınır. 'Uzak' filminde ise kasabadan İstanbul'a kuzeninin yanına gelen kişinin köklerinden uzaklaşma isteği, umutları ve kırgınlıkları İstanbul görünümleriyle anlam kazanır...
Osmanlı'da İstanbul merkez, onun dışında her yer taşra olarak algılanıyordu.* Taşra büyük şehrin imkanlarından yoksundur, muhafazakardır, yeniliklere açık değildir veya geç adapte olur. Merkez tarafından ihmal edilmişliğin hüznünü taşır. Genç biri için geleneği, yavaşlığı, ağır ve basık bir havayı, geçmişi, tekdüzeliği, bağımlılığı, sakinliği, sonsuz bir cansıkıntısını ve yaşlı olanı temsil eder. Kasabalı genç başka imkanların olduğunu bilir. Dünyasını genişletmek, özgürleşmek, baskıdan, kasvetten ve kısır döngüden kurtulmak ister. Bir şekilde yaşadığı yerden göç etmeyi hayal eder. İstanbul imkanlar dünyasına açılan bir kapıdır. Nuri Bilge Ceylan'ın 'Kasaba' ve 'Mayıs Sıkıntısı' filmlerinde Anadolu kasabasında doğa içinde geçen hayatlar yalın bir şekilde ele alınır. 'Uzak' filminde ise kasabadan İstanbul'a kuzeninin yanına gelen kişinin köklerinden uzaklaşma isteği, umutları ve kırgınlıkları İstanbul görünümleriyle anlam kazanır...
12 Ocak 2013 Cumartesi
So Real
Ne söylenebilir ki! Derin sözlerle, müziğin ve Jeff Buckley'in yorumuyla AN'dan kopmak ve başka bir boyuta geçmek. Tam anlamıyla gerçek müzik bu. Gerçek yorum ve içe işleyen ses. 1994' te yayınlanan Grace albümünden bu şarkı. So real'in single olarak çıkış tarihi ise 1996. Albüm tek kelimeyle harika. Tüm zamanların en iyilerinden. Kardeşimle keşfedişimiz ise Jeffrey Scott Buckley'in genç yaşta bu dünyadan ayrıldığı 1997 yılının yaz aylarına denk geliyor. Onuruna onlarca şarkı yazılan böyle bir MÜZİSYEN, az kaldığı bu dünyaya çok AZ gelir. Onun derin hüznünde, gizeminde ve karamsarlığında biraz Baudelaire'i, Jim Morrison'u, Edgar Allan Poe'yu hatırlatan bir şeyler de var.
22 Mart 2011 Salı
Kaybedenler Kulübü
1997-2003 yılları arasında dinlediğim radyo programından favori listem*.
Kent fm'de Pazartesi, Salı ve Perşembe geceleri 23:00 - 02:00 arası yayındaydı. Birkaç programı kaydetmiştim. Radyolarda daha iyisinin yapıldığını sanmıyorum. Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk'un hem çaldıkları müzik hem de konuşmaları iyiydi gerçekten. Bir dinleyen ya sürekli dinlerdi ya da hiç. Ben programları kaçırmayanlardandım ve genellikle kulaklıkla dinlerdim. 2003'ten sonra takip ettiğim başka radyo programı olmadı. Altıkırbeş yayınlarından aldığım ilk kitap da Nisan 1995 baskılı Paul Klee'nin 'Modern Sanat Üzerine'ydi.
*Favori Listem...
28 Aralık 2010 Salı
Temmuz ve Aralık
Daha önce yazmış olmalıyım yılın son ayını sevmem. Bir de tam yazın ortası Temmuz'u, doğduğum ayı. Temmuz sımsıcak, fazla sıcak. Aralık soğuk. Temmuz'da güneş Aralık'ta kar. Sarı ve beyaz. Tercihim beyazdan yana ama soğuktan değil. Sıcak? Hayır ondan yana da değil. Uçları sevmem. Ilık hava ve açık gri iyi gelir. Bu iki ayın ortak noktalarından biri kronik tembellik hissini daha fazla uyandırmaları. Temmuz sıcaktan dolayı bir şey yapmamaya teşvik ederken, güneş, deniz cazip görünmezken, Aralıkta karmaşa, bitiş, geçicilik, anlamsızlık, boşvermek ve hiçlik ağır basıyor. Aralık ve Temmuz ayları bende sebepsiz melankoliye* neden oluyor. Diğer aylar olmuyor mu? Böyle yoğun değil...
29 Temmuz 2010 Perşembe
Giorgio de Chirico ve Melankoli
Günüme uyan bir kayıt. Hem resimler hem müzik. İkisini de çok severim.
Giorgio de Chirico ve Melankoli
10 Temmuz 2010 Cumartesi
Sessiz Çığlık
Edvard Munch'un yaptığı 50'den fazla gravürü olan Çığlık'ın 1893 tarihli renkli versiyonunda körfez, küçük yelkenli gemiler ve resmi çaprazlama kesen parmaklıklı köprü, sahnenin kuzey sahilinde olduğunu gösterir. Munch 1892 yılında hastalığı sırasında yazdığı günlüğünde bu sahneden söz eder; "İki arkadaşımla güneşin batışında yürürken aniden gökyüzü kahverengiye dönüştü. Durdum, hissizleştim ve bir parmaklık üzerine dayandım. Kentin ve mavi fiyordun üzerinde ateşin dili ve kan vardı. Arkadaşlarım yürümeye devam ettiler ben ise hala orada korkuyla titreyerek kalakaldım ve doğanın içinden gelen sonsuz çığlığı duydum". Munch Dostoyevski ve Kierkegaard okurdu. Kierkegaard'ın şu pasajından etkilenmiş olmalı: -Ruhum öyle ağır ki hiçbir düşünce artık onu yükseltemez ne de kanat vuruşlarım onu sonsuzluğun içine çekemez. Herhangi bir şey onu kımıldatmazsa sadece yeryüzünde kalır, fırtınadan önce alçakta uçan bir kuş gibi. Ezicilik ve kaygı iç dünyamın üzerine çöküyor-...
15 Haziran 2010 Salı
Evinden Çıkman Gerekmez
"Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde." Franz Kafka, Günah, Acı, Umut ve Doğru Yol Üzerine Düşünceler, s: 7
"Sen bir aylak, bir uyurgezersin, bir istiridyesin. Tanımlar saatlere, günlere göre değişiyor ama taşıdıkları anlam az çok belli: yaşamanın harekete geçmenin, bir şey yapmanın pek sana göre olmadığını hissediyorsun; sadece sürüp gitmek istiyorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun." Georges Perec, Uyuyan Adam s: 18 "Odan dünyanın merkezi." Georges Perec, Uyuyan Adam, s: 35
"Sen bir aylak, bir uyurgezersin, bir istiridyesin. Tanımlar saatlere, günlere göre değişiyor ama taşıdıkları anlam az çok belli: yaşamanın harekete geçmenin, bir şey yapmanın pek sana göre olmadığını hissediyorsun; sadece sürüp gitmek istiyorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun." Georges Perec, Uyuyan Adam s: 18 "Odan dünyanın merkezi." Georges Perec, Uyuyan Adam, s: 35
"Tam bir huzur içindesin, her an esirgeniyor, korunuyorsun. Çok mutlu bir parantez içinde hiçbir şey beklemediğin, vaatlerle dolu bir boşlukta yaşıyorsun. Görünmez, duru ve saydamsın. Yoksun artık: saatlerin ardından, günlerin ardından, mevsimler geçerken, zaman akarken, neşelenmeden, hüzünlenmeden, geleceksiz ve geçmişsiz, öylece, düpedüz, apaçık yaşayaduruyorsun..." Georges Perec, Uyuyan Adam, s: 54
Yedi sekiz yıl önce okuduğum bu kitabın sayfalarında dolaşıyorum, işaretlediğim yerlere bakıyorum. Uyuyan Adam'da Beckett karakterlerinin tadı var sanki. Aslında Uyuyan Adam flaneur de. Ne güzel söylemiş Kafka ve Perec. Ben de öyle düşünüyorum ama kısa bir süre için durgun sularda sise doğru yüzmeye gidiyorum.
7 Nisan 2010 Çarşamba
19. Yüzyıl Batı Resminde Melankoli
Batı sanatında melankolinin tasvirlerine Eski Yunan döneminden beri rastlanır. Bu
tasvirler insanın acılarının, kaygılarının, suskunluğunun, sıkıntılarının,
yalnızlığının sanatçı üzerinde bıraktığı etkileri ortaya koyar. Ortaçağ'da
sanatçılar, toplumsal dengesizliği, büyücüleri, simyacıları, dini baskıları ve
kasvetli ortamı gösteren yapıtlar üretirler. Flaman ve Alman ressamlar
insanların ruh yapılarını, gülünç ve acınacak hallerini fantastik bir kurgu
içinde aktarırlar. Bu dönemde melankoli acedia kavramıyla bir tutulmaya başlar. Acedia, kafakarışıklığından gelen ve bunalıma neden olan üzüntü, enerji düşüklüğü, içsel
bıkkınlık, toplumsal yaşamdan uzaklaşmak, ilgisizlik ve tembellik olarak
tanımlanır. Zamanı da temsil eden Satürn, melankoliklerin gezegenidir.
Ortaçağ’ın sonlarında, melankoli tanrısı Satürn’ün, etkisi altında doğanlara
zorluklar ve talihsizlik getirdiğine inanılır.
19. yüzyılda, içinde bulundukları düzenden
hoşnutsuz Romantikler, geçmişe ve sonsuzluğa özlem duyarlar. Gerçeklerden kaçıp
sezgilere, duygulara, efsanelere, uzak kültürlere, doğaya, mistik ve esrarengiz
olana yönelirler. Doğanın görkeminden ve insanın doğa karşısındaki
çaresizliğinden etkilenirler. Yüzyılın ikinci yarısında, Sembolistlerin
simgesel ifadelerinde hayaller, yalnızlık, düşler, melankoli, gizem, tinsellik
önemli unsurlardır. Varlıkların iç dünyalarını, nesnelerin gizini, doğanın
ruhunu verirken, çağrışımlara ve sembollere başvururlar. Her sanatçı kendi
gördüklerini, yaşadıklarını, edebiyattan aldıklarını, imgelem gücüyle bir araya
getirir.
21 Mart 2010 Pazar
"Benim Adım Orman" ve "Serapmış"
Şiddetle Şebnem ferah
konserine gitmek istiyorum. Bağırmak, bağırmak, bağırmak olabildiğince...
Benim Adım Orman diye "İçimden geçeceksen
eğer / Burdayım yürü üzerime / Ateş şiir hepsi benim hazırım ben / Gel gel gel gel / İstersen dinlen
içimde / Köklerimden bir şarkı var dilimde / Çıplak ayaklarla gez her köşemde / Gel gel gel gel / Benim adım orman / Örtü yaptım
yapraklardan / Serdim herkesin üstüne / Biz hepimiz uyuduk bittik yalnızlıktan /Yeşildim olabildiğince / Yaşlandım maviye değince / Hem gündüz hem
gece aklına düşünce / Gel gel gel gel / Benim adım orman / Örtü yaptım
yapraklardan / Serdim herkesin üstüne / Sür yüzünü yüzüme korkma yalnızlıktan..."
Benim Adım Orman albümünde özellikle Serapmış, Merhaba, Yalnız,
Eski, İstiklal Caddesi
Kadar, Bazı Aşklar favorilerim ama
albümün tamamı iyi ve güçlü şarkılardan oluşuyor. Son derece içten. Duyguların
aktarımı, sözler, müzik ve ses mükemmel. Gerçek sanatçılar çok
şanslı. kendini sahici ifade edebilmek, öyle yaşayabilmek, mutsuz ya da mutlu
fark etmez bunu yapabilmek maalesef her faniye nasip olmuyor. İçtekiler
yansıtılamayınca birikip ya bir sağlık sorununa ya da ruhsal patlamaya neden
oluyor.
"Güneş batınca fark
ettim / Bütün hayallerim caddeye uzanmış / Tüm doğru bildiklerim asfalta akmış / Hepsi serapmış / Birileri var
önümde gerimde / Her yanımda yüreğimde / Kalabalığın içinde dışında / Her yerde
yalnızlığımda / Karaya oturmuş eski bir gemide/ Gölgesinden sıkılmış söğütte / Baktığım her yerde
her aynada / Mutluluktan sürülmüş / Sanki yasaklanmış biri var / Ellerinden
içilmiş şarapta / Gözlerinden okunmuş şiirde / Baktığım her yerde her aynada / Mutluluktan
sürülmüş / Sanki yasaklanmış birileri var / Güneş batınca fark ettim / Bütün hayatım
caddeye uzanmış / Yolun tam yarısında asfalta akmış / Her şey
serapmış..."
Bazı satırlar bana
hayatı kaba oyalanmalar gibi gören 19. yüzyıl melankoliği Nerval'i hatırlattı:"Belki sonsuza dek o
mutsuzlardan biri de ben olacaktım"..., 'Ölmek, ey ulu Tanrım söz
verdiğiniz mutluluk sanki yalnız ölümle gerçekleşecekmiş gibi niçin her an bu
düşünce usuma gelip durur?"...,"Nedir bu? mutlulukla arama giren!
yazık bize! yalnız kartal bakabilen kazasız belasız utkuya ve güneşe"...
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)