19. yüzyılın ikinci yarısı kültürel, toplumsal ve bilimsel alanda gelişmelerin
görüldüğü aynı zamanda sıkıntıların ve kaygıların arttığı bir dönem. Pozivitizm
ve materyalist anlayış radikal değişimlere ve kopuşlara zemin hazırlar.
Sanatçılar çağın bunalımını algılarına ve öngörülerine göre yorumlarlar.
Kaygıların boşuna olmadığı 20. yüzyılın başlarında anlaşılır. Yüzyılın ilk
yarısına damgasını vuran savaşlar ve geleceğin belirsizliği duyarlı
sanatçıların yaşantılarını ve sanatlarını derinden etkiler. Savaşlar
sanatçılarda gerginliğe ve umutsuzluğa yol açar. Artık bambaşka bir çağ söz
konusudur. İçe gömülüp karamsar ve hüzünlü anlatımdan çıkan sanatçılar her şeye
başkaldırmaya başlar.
Özellikle Ekspresyonistler girilen dönemin karışıklığını, kitle bilincinin baskısını, endüstrinin kendi gereksinimlerine göre oluşturduğu kent içinde yabancılaşmış, şaşkın, her türlü ilişkiden kopup iç dünyasına kapanmış ve varoluş korkusuna kapılmış insanının huzursuzluğunu, hoşnutsuzluğunu, hayal kırıklığını, kent yaşamının hareketliliğini ve hızını portrelerinde ve resimlerinde dışa vururlar. Burjuvanın karşısında yer alıp, düzenin kıyısındakilerin, ezilmişlerin ve yoksulların yanında olurlar. Ruhun önemini göstermeye çalışıp, yaşanan zamanda bunun unutulduğunu ve bir yıkıma doğru gidildiğini düşünürler. Yalana ve ikiyüzlülüğe karşı çıkarlar. Kayıtsızlık yüzünden dünyada gelişen çirkinlikleri yüceltmek için değil ona isyan etmek için resmederler. Estetik açıdan tam ve doğru bir ifade yerine psikolojik durumları, bilinçaltındakileri, iç sıkıntıları ve acıları deformasyona uğrayan figürler ve nesnelerle görünür kılarlar. Dünyayı yeniden oluşturmak isterler. Dostoyevski’nin, Nietzsche’nin ve Kafka’nın insanın çıkmazlarının, tinsel ve varoluşsal sorunlarının irdelendiği fikirsel ve edebi açıklamalarını ekspresyonistler resimleriyle verirler. Fütüristler ise tam tersine umutludurlar. Modern hayata, makinenin gücüne ve hıza olan hayranlıklarını, yeniliklere olumlu yaklaşımlarını manifestolarında ve işlerinde görmek mümkündür.
Endüstriyel düzende içinden çıkamadığı sorunlarına çözümler aramaya çalışan insanın üzerine yüklenen bunalımlar sıkışıp kaldığı kent yaşamında daha belirgin olarak hissedilir. Bilimin ilerlemesi ve teknoloji günlük hayatta yeni olanaklar sunarken olumlu özelliklerle birlikte ruhsal yönden olumsuzluklar da getirir. Yalnızlık, çaresizlik, sıkıntı, belirsizlik, gelecek korkusu, umutsuzluk ve güvensizlik melankoliye neden olur.
Bu bunaltıları yaşayan sanatçılardan biridir Ernst Ludwig Kirchner (1880-1938). Van Gogh, Munch ve Ensor’un açtığı yolu takip eden Ekspresyonist bir ressamdır. Neredeyse Van Gogh gibi bir yazgıya sahip olan sanatçı akademik atölye resimlerinin gerçek yaşamı yansıtmada yetersiz kaldığını fark eder. Dresden’de mimarlık eğitimini tamamladıktan sonra bir süre Münih’te Obrist’in atölyesine devam eder. Döndüğünde Alman sanatını canlandırma isteğiyle kendini bütünüyle resme verir. Yaşadığı, gördüğü her şeyi not etmeye başlar. Resimler, kitaplar ve çeşitli sanatsal malzemelerin bulunduğu atölyesinde çıplak model çizimleri üzerinde çalışır. Hızlı fırça vuruşlarıyla gördüklerini kağıda aktarırken çalışmasının coşkulu çabukluğundan yeni bir ifade biçimi doğar.
Etnografya Müzesi’ndeki Afrika ve Pasifik adalarından gelen primitif ahşap heykellerin büyüleyici yalınlığından etkilenir. Yaşamı ve sanatı bir uyum içine sokmak için tümüyle naifliğe ve bozulmayan saflığa gereksinim olduğunu belirtir. Alman Ortaçağının önemli ressamlarından biri olan Albrecht Dürer’in ağaç oymalarının* açık ve koyu karşıtlığının sağladığı ifadeyi güçlü bulur. Geçmişin sanatıyla geleceğin sanatı arasında bir köprü oluşturmak için Erich Heckel, Karl Schmidt-Rottluf ve Fritz Bleyl adlı mimarlık öğrencileriyle Dresden’de Die Brüche -Köprü, 1905- grubunu kurar. Daha sonra aralarına kısa bir süre için Emile Nolde de katılır. Grup Kirchner’in atölyesinde toplanıp çevrelerinden, günlük yaşamdan seçtikleri konuları ve doğa görünümlerini içsel durumlarla resmederler. Bu iç dünyalarında birikenleri daha fazla taşıyamamaktan doğan bir dışavurumdur. Uyumlu ve güzel doğa anlatımı yoktur artık. Sanat canlı ve hayatla ilgili olmalıdır. Yaz aylarında deniz veya göl kıyılarında çalışmalarını sürdüren sanatçılar doğanın derin varlığını abartarak renkle etkilerler. Berlin, Darmstadt, Dresden, Leipzig, Dusseldorf ve Hamburg’da sergiler düzenleyen Köprü grubu üyeleri sanatçının içgüdüsel ve sezgisel yaratıcı gücünü yüceltip geçmişle bağları koparmak isterler.
Kirchner’in 'Sanatçı ve Model’inde fırça vuruşları kabadır, şiddetli ve karşıt renklerin yan yana getirilişi çarpıcıdır. Kendisini elinde fırça tutarken gösterdiği ve umutsuzluğun hakim olduğu resimde köşeli çizgiler, dramatik yoğunluk ve canlı renkler dışavurumculuğu belirginleştirir. Kötülüğü, çirkinliği, hırçın ve başkaldırır bir şekilde görünüme dönüştüren sanatçı altı yıl birlikte çalıştığı Köprü grubundan ayrıldıktan sonra tek başına yaşar. İçinde bulunduğu stresli ortamda sorgulamaları ve bunun sonucunda da sıkıntıları çoğalır.
1911’de Berlin’e taşınan ve bir sanat okulu kuran sanatçının çalışmalarında insan yaradılışın bir parçası gibidir. Bu ise modern kent yaşamı deneyimlerine karşıtlık oluşturur: yeni insana duyulan özlem ve özgürlüğün karşısında insanın endüstrinin kölesi olması, yaşamın katı kuralları içindeki varoluşçu gerilimi, yadsınması, yalnızlığı, iç dünyasındaki ümitsizliği… Kirchner kızgın, sinirli ve biçimlerin parçalandığı çizim üslubuyla bu durumlara tepki gösterir. Konuları Berlin’in kalabalık kafeleri, sirkleri, tiyatroları, kabareleri ve caddeleri gibi telaşlı çevresindendir. Modern kent insanının yapay, ikiyüzlü ve kasvetli hallerine dikkat çeker. Karşılaştığı bu yaşama duyduğu nefreti içten gelen bir çığlıkla biçimlendirir. Sanatı bazen neşeli, bazen kederli ama hep canlı ve o zamanın yansımasıdır.
Otoportre’sinde -1916- savaşın vahşetini ve insan üzerinde bıraktığı etkiyi aktarır. Kesik kesik ve karmaşık çizgilerden oluşan tekniği ruhunun parçalanmışlığının ve bölünmüşlüğünün de sembolü olur. Günlüklerinde kalabalıklar içinde olduğunda bile hep yalnız ve hüzünlü bir hayat sürdürdüğünden söz eder. Kendini yurtsuz, terk edilmiş ve toplumsallaşamamış olarak duyumsar. Endişeleri, karamsarlığı ve melankolisi portrelerinden ve resimlerinden anlaşılabilir.
Resimlerinde, gravürlerinde ve 100’ün üzerindeki çalışmalarında şekil ve biçim önemli değildir. Dışa vurulan kişisel kavrayış, kendini açıklayıcı fikirler ve genellikle kötümser bir hayat anlayışıdır. İnsanları duygulandıracak ve heyecanlandıracak yaşantı örnekleri sunmaktır amaç. Beceriksizce çizilmiş ve düzensizmiş gibi algılanan desenler sanatçı istediği için öyledir. Kirchner rahatsızlığı, Nazi’lerin yıkıcı tutumu ve 600’den fazla eserinin ‘Dejenere Sanat’ adı altında sergilenip yakılması nedeniyle bu dünyaya tahammül edemeyeceğini ve yaşamın bir anlamı olmadığını düşünür ve 1938 yılında hayatına son verir.
Notlar:
* Gravür tekniğini kullanır, geliştirir ve Alman Ekspresyonizminin önemli bir anlatım aracı olmasını sağlar.
Kaynaklar:
1- 500 sanatçı - 500 sanat eseri, YEM yayın, 1. baskı, İstanbul, 1996. s: 248
3- Muller, Joseph-Emile, Modern Sanat, çev: Mehmet Toprak, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1972.
4- Richard, Lionel, Ekspresyonizm Sanat Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1991. s: 29, 69
5- Teber, Serol, Melankoli, Normal Bir Anomali, Say, İstanbul, 2001, s: 310-315
6- Turani, Adnan, Çağdaş Sanat Felsefesi, Remzi Kitabevi, 3. Basım, İstanbul, 1999.
Nalan Yılmaz, Ekspresyonizmin Huzursuz Ruhu Ernst Ludwig Kirchner, 13 Mart 2009, Lebriz Sanal Dergi
James Ensor ve Ernst Ludwig Kirchner'in Resimlerinde Alay ve Hüzün
***** Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.
0 comments :
Yorum Gönder