İnsanlar neden belirledikleri durumun esiri olup kurallarla yaşamak zorunda kalmıştı? Duygular bastırılmış, isteklerin pek azının gerçekleşmesine izin verilmişti. Kötüden kaçış mı bunları belirlemişti? İyi ve kötü kime ve neye göre iyi ve kötüydü? İnsan içindeki duyguların ve dürtülerin hangisini neye göre açığa çıkarıyordu? Bu onun elinde olmayınca deli mi oluyordu? Onu yöneten kendisi mi yoksa sadece bir zerresi olduğu başka, çok güçlü, benzersiz, sonsuz, sınırsız bir varlık mıydı? Bütün, onun parçaları ve yansımaları. Hep bu noktaya varılıyordu. Evrendeki her varlık kendi içinde önemliydi ve bütüne hizmet ediyordu.
Kafası sürekli meşgul olan kişinin yeni öğrendikleri onu başka bilgilere götürür. Bunun sonu yoktur. Bir konu üzerinde uzmanlaşmak, bir konuya odaklanmak sınırsız bilgiyi ıskalayabilir. Uygarlıkların gelişmesini ve devamlılığını sağlayan geçmişten gelen bilgileri edinip geleceğe yönelik ürünler ortaya koyabilmek gerekir. Aslında her şey bulunulan andan ibarettir ve düşüncenin ürünüdür. Geçmiş ve gelecek dünya üzerinde sınırlı algılaması olanlar için geçerlidir. Ancak başka boyutların ve düzenlerin farkına varmak için metotların bilinmesi gerekir. İçten gelenlere, sezgiye, altıncı hisse inanma ve kendine güvenip sorduğu bütün soruların cevabını kendinde bulabileceğini bilmesiyle ve doğadaki her varlığın büyüleyici yanının bulunduğunu anlamasıyla ve kendini doğaya bırakmakla belki aşama kaydedilir...
Yaşadıkları, okudukları, gördükleri ve hissettikleri kişiyi belli bir yere getirir. Kişi maddi dünyanın gereklerini yerine getirmek de acemiliğine, sadece kendi dünyasında yaşamak için gereken fedakarlıklara katlanmada inatçılığına ve bunun sonucunda düştüğü huzursuz ve acı durumlara, çevre koşullarının üzerinde oluşturduğu yadsınamaz etkilere isyankarlığının sona ermeyişine, kimseye muhtaç olmadan yaşamak için çaba sarf etmemesine, hayatını kazanması gerektiğinin bilincinde olup da kıpırdamamasına ve bazen en yakınındaki insanların bile onu önemsemezmiş tavırlarına hatta çalışmamasından dolayı kişilik sahibi olmadığını ima eden sözlerine rağmen seçtiği doğrultuda olmanın verdiği mutlulukla bulutların üzerindeymişçesine hafiflik hissi içinde olabilir. En doğru ifade şeklini bulana dek yolundan dönmeyebilir.
İnsanlar hiçbir şey yapmayanları boş gezen, avare, aylak, işsiz-güçsüz gibi sözcüklerle –alaycı bir tavırla-tanımlarlar. Oysa onların içinde okuyan, müzik dinleyen, sanatsal üretimler karşısında tutkuyla kendinden geçen, estetiğin ve güzelliklerin inceliklerini görebilen, boş geçirdiği sanılan vakitlerde kendini, evreni ve dünyayı dinleyen, gözleyen, hisseden kişiler vardır. Bu kimseler her şeyin derinine ve keyfine diğerlerinden daha çok varabilirler onları tembellerden ayıran da bu özellikleridir. Somut bir uğraşları olmadığı için kendileriyle ve çevreleriyle ilgilenip, özünü kavrayabilecek daha çok vakitleri vardır. Zaten zaman kavramı diğerleri kadar endişelendirmez onları.
Yaşamın doluluğu, canlılığı ve hareketliliği en umutsuz anlarda bile insanı şaşırtabilir. Dünya üzerinde yapılabilecek sonsuz şey vardır. Yol gösteren insanın kendisidir ve kişi fark edebilirse ona mesaj vermeye çalışan canlı ve cansız bir çok varlık ve nesne vardır.
İnsan sürekli aynı hisler içinde olmaktan, sonu gelmeyecekmiş gibi tekrarlanan anlardan, her seferinde aynı alışılmış ve rutin davranışlarda bulunmaktan, her yere değiştirmek istediği, istemediği özellikleriyle beraber gitmekten sıkılabilir. Başka biri olmak, tamamen değişip başka hayatlar yaşamak isteyebilir. Kendisini olmadığı halde olduğunu hayal ettiği biçimde düşünüp gerçeklerden uzaklaşabilir mi? Olması gerekenleri boş verip olumsuz yanları kabul edebilir mi? Sorgulamalara ara verip kendini hafifliğe bırakabilir mi?
Boşluk ve hiçlik tek renk içinde özellikle de yoğun bir gride kaybolmaktır. Deniz sonsuzluğun ve hiçliğin gözyaşları ve sis de başka boyuta geçit veren kapıdır bu tanımlama içinde. Kendi istemediği sürece dağılmaz.
Hem boşlukta asılı durmaktan, bir dala tutunamamaktan, düzen kuramamaktan şikayet edenler hem de bu durumdan memnun olabilirler. Şikayet eder gibi görünseler de hissettikleri huzursuzluğun yanı sıra hoşnutluktur. Boşluğu anlamlı bulurlar. Boşluk hiçliktir, sadeliktir. İçeriksizlik ve derinliksizlik değildir. Aslında boşluk doluluktur ve bu boş bir doluluk değildir. Bu insanlar tek düze bir hayatı sürdürmektense boşlukta olmayı tercih ederler ama her zaman bunun getireceği sonuçlara katlanabilecek güce sahip değildirler. Sanki deneme bir hayatı yaşıyor, esas yaşamlarına geçiş yapmamış gibidirler. Sanki o zamana kadar hep hazırlıktır, öğrenmedir. Bu dönemin ne zaman sona ereceğini kendileri de bilemez. Şu ya da bu sebeple bir şey yaratmak zorunda olmadan sadece özgürce kendini ortaya koymak, herhangi bir sorumluluğu almamak, başarı ve kendini kanıtlama peşinde koşmamak, son derece basit ve sade, zevk aldıkları, onları o yapanlardan ödün vermeden yaşamak istemelerinin hiç de fazla olmadığını düşünürler. Ne var ki bu kadarını bile elde edebilmenin zorluğunu bilirler. Ya doğuştan yapıları herhangi bir şeye müsait değildir, ya da hiç olmak, hiç olabilmek her zaman cazip gelmiştir.
Süprematist dünya ütopya olmayabilirdi. Bu dünyaya kavuşabilmek için eskiyi yadsımak ileriye bakabilmek gerekliydi. Birikimler bazen ilerlemeyi engelleyebilirdi. Yirminci yüzyıl başındaki modern sanatçılar gibi düşünüp bunu yirmibirinci yüzyıla uyarlamaya çalışmak yine geçmişten yola çıkıldığını göstermez miydi? Peki bu deneyimler göz ardı mı edilmeliydi? Yüzyılın ilk çeyreğindeki sanatçıların geleceğe yönelik evrensellik düşünceleri bir anlamda gerçekleşmedi mi? Onların avangard tutumları bu günleri hazırladı. Bundan sonra ise yine karışık bir yüzyıl başı insanları karşıladı.
Bireysellikten yola çıkan soyut sanatın evrenselliğe ulaşma çabaları gibi öznellikten nesnelliğe varılabilirdi. Bunun yolu sadelikten, basit olandan, nesnesizlikten -ya da minumum düzeydeki nesneden-, yeni olandan geçiyordu. Derinliklerden, içten gelenlerden, hislerden, çevreyi ve olayları gözlemekten elde edilen sonuçlardan yola çıkarak insanın kendi içinde ve dışında iletişim kurduğu her ne varsa bir noktada toplanıp varoluş bilinci oluşturulabilirdi.
İnsan neden güçlü olması gerektiğini düşünür? Neden güçlü olmalıdır? Bırakmalıydı gözyaşları aksın. Sonuna kadar üzülebilmelidir. Bu duyguları yaşarken niye kendini suçlamak zorunda kalır? Duygular hep olumlu mu olmalı? Elbette gülmek, neşelenmek, eğlenmek, coşku duymak iyidir. Bunlar yaşanırken suçluluk duyulmuyorsa ağlamayı, üzülmeyi, karamsar olmayı, acı duymayı da olduğu gibi kabullenebilmelidir. Üzülen, ağlayan insanları teselli etmek için eğlendirmeye ve dertlerini unutturmaya çalışmak ne kadar da gereksizdir. Bu duyguların yaşanılmasına izin verilmemesi şartlanmış şekilde gelen fikirlerden mi yoksa deneyimler sonucu mu ortaya çıkmıştır? Her ne ise ağlamanın, acının, kederlenmenin aslında olumlu anlardan pek bir farkı olmadığını, üstelik öğrenilenlerin daha kalıcı ve etkili olduğunu kavramak gerekir. Kendisi için doğru olanı bulduğunda hiçbir zorluk çekmeden kendiliğinden yolunun açılacağına inanmak belki de yanılgıdır.
İnsanların değeri kendilerinin yarattığı kağıt parçasıyla ölçülüyor. Yaşantıları o kağıt parçasıyla değişiyor. İyi yada kötü yaşam nedir ki! Tekdüze olayların ard arda sıralanışı. Mutlu olmak arayışlardan sonra uzanılan nokta mı?
İnsan doğduğundan beri kendisine gösterilen yolda yaşamaya devam eder. Kendi istediği yaşamı kurmak için çabalamaz, sormaz kendine. Benimsemediklerini de kabul eder, başkaldırmaz, koyulan kurallara uyar.
Böyle gelmiş böyle gidercilik kolaydır ama yaşamak değildir. Gerçekten yaşadığını hissedebilmek için kendini tanıyıp, isteklerine kulak vermeli, iletişimi güçlendirebilmeli, saygı duymalı, yol göstericiliğinde evrendeki sevgiye yönelmelidir.
Nalan Yılmaz, 27 Ekim 2003, Pazartesi, Hürriyet - Agora
*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License
' altında tescillidir.
İnsanlar hiçbir şey yapmayanları boş gezen, avare, aylak, işsiz-güçsüz gibi sözcüklerle –alaycı bir tavırla-tanımlarlar. Oysa onların içinde okuyan, müzik dinleyen, sanatsal üretimler karşısında tutkuyla kendinden geçen, estetiğin ve güzelliklerin inceliklerini görebilen, boş geçirdiği sanılan vakitlerde kendini, evreni ve dünyayı dinleyen, gözleyen, hisseden kişiler vardır. Bu kimseler her şeyin derinine ve keyfine diğerlerinden daha çok varabilirler onları tembellerden ayıran da bu özellikleridir. Somut bir uğraşları olmadığı için kendileriyle ve çevreleriyle ilgilenip, özünü kavrayabilecek daha çok vakitleri vardır. Zaten zaman kavramı diğerleri kadar endişelendirmez onları.
Yaşamın doluluğu, canlılığı ve hareketliliği en umutsuz anlarda bile insanı şaşırtabilir. Dünya üzerinde yapılabilecek sonsuz şey vardır. Yol gösteren insanın kendisidir ve kişi fark edebilirse ona mesaj vermeye çalışan canlı ve cansız bir çok varlık ve nesne vardır.
İnsan sürekli aynı hisler içinde olmaktan, sonu gelmeyecekmiş gibi tekrarlanan anlardan, her seferinde aynı alışılmış ve rutin davranışlarda bulunmaktan, her yere değiştirmek istediği, istemediği özellikleriyle beraber gitmekten sıkılabilir. Başka biri olmak, tamamen değişip başka hayatlar yaşamak isteyebilir. Kendisini olmadığı halde olduğunu hayal ettiği biçimde düşünüp gerçeklerden uzaklaşabilir mi? Olması gerekenleri boş verip olumsuz yanları kabul edebilir mi? Sorgulamalara ara verip kendini hafifliğe bırakabilir mi?
Boşluk ve hiçlik tek renk içinde özellikle de yoğun bir gride kaybolmaktır. Deniz sonsuzluğun ve hiçliğin gözyaşları ve sis de başka boyuta geçit veren kapıdır bu tanımlama içinde. Kendi istemediği sürece dağılmaz.
Hem boşlukta asılı durmaktan, bir dala tutunamamaktan, düzen kuramamaktan şikayet edenler hem de bu durumdan memnun olabilirler. Şikayet eder gibi görünseler de hissettikleri huzursuzluğun yanı sıra hoşnutluktur. Boşluğu anlamlı bulurlar. Boşluk hiçliktir, sadeliktir. İçeriksizlik ve derinliksizlik değildir. Aslında boşluk doluluktur ve bu boş bir doluluk değildir. Bu insanlar tek düze bir hayatı sürdürmektense boşlukta olmayı tercih ederler ama her zaman bunun getireceği sonuçlara katlanabilecek güce sahip değildirler. Sanki deneme bir hayatı yaşıyor, esas yaşamlarına geçiş yapmamış gibidirler. Sanki o zamana kadar hep hazırlıktır, öğrenmedir. Bu dönemin ne zaman sona ereceğini kendileri de bilemez. Şu ya da bu sebeple bir şey yaratmak zorunda olmadan sadece özgürce kendini ortaya koymak, herhangi bir sorumluluğu almamak, başarı ve kendini kanıtlama peşinde koşmamak, son derece basit ve sade, zevk aldıkları, onları o yapanlardan ödün vermeden yaşamak istemelerinin hiç de fazla olmadığını düşünürler. Ne var ki bu kadarını bile elde edebilmenin zorluğunu bilirler. Ya doğuştan yapıları herhangi bir şeye müsait değildir, ya da hiç olmak, hiç olabilmek her zaman cazip gelmiştir.
Süprematist dünya ütopya olmayabilirdi. Bu dünyaya kavuşabilmek için eskiyi yadsımak ileriye bakabilmek gerekliydi. Birikimler bazen ilerlemeyi engelleyebilirdi. Yirminci yüzyıl başındaki modern sanatçılar gibi düşünüp bunu yirmibirinci yüzyıla uyarlamaya çalışmak yine geçmişten yola çıkıldığını göstermez miydi? Peki bu deneyimler göz ardı mı edilmeliydi? Yüzyılın ilk çeyreğindeki sanatçıların geleceğe yönelik evrensellik düşünceleri bir anlamda gerçekleşmedi mi? Onların avangard tutumları bu günleri hazırladı. Bundan sonra ise yine karışık bir yüzyıl başı insanları karşıladı.
Bireysellikten yola çıkan soyut sanatın evrenselliğe ulaşma çabaları gibi öznellikten nesnelliğe varılabilirdi. Bunun yolu sadelikten, basit olandan, nesnesizlikten -ya da minumum düzeydeki nesneden-, yeni olandan geçiyordu. Derinliklerden, içten gelenlerden, hislerden, çevreyi ve olayları gözlemekten elde edilen sonuçlardan yola çıkarak insanın kendi içinde ve dışında iletişim kurduğu her ne varsa bir noktada toplanıp varoluş bilinci oluşturulabilirdi.
İnsan neden güçlü olması gerektiğini düşünür? Neden güçlü olmalıdır? Bırakmalıydı gözyaşları aksın. Sonuna kadar üzülebilmelidir. Bu duyguları yaşarken niye kendini suçlamak zorunda kalır? Duygular hep olumlu mu olmalı? Elbette gülmek, neşelenmek, eğlenmek, coşku duymak iyidir. Bunlar yaşanırken suçluluk duyulmuyorsa ağlamayı, üzülmeyi, karamsar olmayı, acı duymayı da olduğu gibi kabullenebilmelidir. Üzülen, ağlayan insanları teselli etmek için eğlendirmeye ve dertlerini unutturmaya çalışmak ne kadar da gereksizdir. Bu duyguların yaşanılmasına izin verilmemesi şartlanmış şekilde gelen fikirlerden mi yoksa deneyimler sonucu mu ortaya çıkmıştır? Her ne ise ağlamanın, acının, kederlenmenin aslında olumlu anlardan pek bir farkı olmadığını, üstelik öğrenilenlerin daha kalıcı ve etkili olduğunu kavramak gerekir. Kendisi için doğru olanı bulduğunda hiçbir zorluk çekmeden kendiliğinden yolunun açılacağına inanmak belki de yanılgıdır.
İnsanların değeri kendilerinin yarattığı kağıt parçasıyla ölçülüyor. Yaşantıları o kağıt parçasıyla değişiyor. İyi yada kötü yaşam nedir ki! Tekdüze olayların ard arda sıralanışı. Mutlu olmak arayışlardan sonra uzanılan nokta mı?
İnsan doğduğundan beri kendisine gösterilen yolda yaşamaya devam eder. Kendi istediği yaşamı kurmak için çabalamaz, sormaz kendine. Benimsemediklerini de kabul eder, başkaldırmaz, koyulan kurallara uyar.
Böyle gelmiş böyle gidercilik kolaydır ama yaşamak değildir. Gerçekten yaşadığını hissedebilmek için kendini tanıyıp, isteklerine kulak vermeli, iletişimi güçlendirebilmeli, saygı duymalı, yol göstericiliğinde evrendeki sevgiye yönelmelidir.
Nalan Yılmaz, 27 Ekim 2003, Pazartesi, Hürriyet - Agora
*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License
0 comments :
Yorum Gönder