20 Temmuz 2008 Pazar

Melankolik Aylak

'... için yaşıyorum' sözünde boşluğu doldurabilecek kelime bulunsa, düşünceler, gözlemler ve duygular bu yöne aktarılabilse belki ‘memnunum’ denilen ama genellikle tarif edilemez bir hiçlik içindeki durumdan çıkılabilir. Eskilerin deyimiyle ‘bir baltaya sap olamamak’ önemsenmese de alışılan bu tür sözler bazen sızlatıcı olur. 19. yüzyılda kente bugünkü görünümünü veren Baron Haussmann’ın Paris’inde görülen, Baudelaire’in sözünü ettiği* olayları uzaktan gözlemleyen kişi anlamına gelen flâneur olmayı düşlemek -aslında bir anlamda da öyle olmak- 21. yüzyılda, modern zamanlarda...


İşsiz güçsüz gezen bu avare adam tipi -ki pek tercih edilecek bir tip değil- kentte yürüyerek dolaşır ve neler olup bittiğini inceler. Flâneur aynı zamanda gezip gördüklerini düşünen, değerlendiren, tanık olduğu olayları ve anları farklı açılardan ele alan, bakışını geniş tutarak yeni açılımlar yaratan, kentin içinde tam da bir kentli gibi durabilen ama doğanın sunduklarına da kendini bırakabilen, kendi dışındaki görüş ve fikirlere de kapısını kapatmayan ama bildiğinden şaşmayan ve kaçınılmaz olarak yalnız biridir. Yaşantısı, konumu, sosyal ve ekonomik kimliği belirsiz olan** herhangi bir politik görüşü ve çalışması olmayan, hakkında fazla bilgi sahibi olunmayan melankolik düşünür, bağımsız kent gezgini bu tutumuyla -yaşadıkları ve seçimleriyle- Dada’daki gibi bir sanat eserine dönüşür. Dada hareketinde üreten kişinin ve üretilen eserin yüceltildiği bir sanat anlayışı yoktur; sanatın hayat pratiğine yakınlığı ve hayatla birleştirilmesi söz konusudur. Avangardlar sanat kurumuna dolayısıyla yaratılan somut sanat nesnesine ve bireysel tutumlara karşı olduğu için olumsuzlarken seçilenlerin tarihsel gelişim içinde sanat eseri olarak nitelenmesi çelişkidir. “Sanatı olumsuzlama çabaları üreticilerinin niyetlerinden bağımsız bir biçimde eser niteliği kazanan sanatsal gösteriler haline gelir” (1). Yine de sanat alanında etkileri göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Flâneur ise üretimde bulunmasa da bireyseldir ve özneldir. Zaten Dadacılar ya da diğer avangardlar gibi kaygılar taşımaz. Herhangi bir şeye karşı tavır geliştirmez. Her türlü dayatmadan ve kuraldan uzaktır. İddiasızdır, sadece kendisidir ve öyle kalır.

Flâneur bir şey almak için sokağa çıkmaz. 19. yüzyılın başkenti Paris’in evi gibi gördüğü caddelerinde ve pasajlarında boş boş dolaşıp etrafa ve vitrinlere bakınmaktan zevk alır. “Baudelaire kalabalığın onu zorla kendisine çekişine yenik düşmüş ve bir flâneur kimliğiyle kendini o kalabalıktan biri kılmıştır, bununla birlikte kalabalığın insanı olmaktan uzak bir yapı taşıdığı duygusunu içinden atamamıştır. Kendini kalabalığın suç ortağı yaparken, neredeyse aynı anda ondan kopmuştur. Baudelaire kalabalıkla görünüşte yoğun bir ilişki kurar; gerçekte ise niyeti onu tek bir aşağılayıcı bakışla hiçliğin uçurumuna yuvarlamaktır” (2).  

Edvard Munch’un ‘Karl Johan Akşamı’ adlı resminde bu tür bir flâneur görülür. Oslo’nun ana caddesinde yalnızlık, kaygı ve ayrı durma gibi dramatik durumları tasvir etmiştir. Kalabalığın kaldırım boyunca seyirciye doğru yürüdüğüne ve ezici yönüne tanık oluruz. Orta sınıfa mensup erkekler yüksek şapkalar, kadınlar şık başlıklar giymişler. Gözleri açık neredeyse şaşkın, yüzleri iletişim kurulmaz bir ifadededir. Orta sınıfın kurallarına ve baskılarına kendilerini tutsak etmişlerdir. Kaldırımda yürüyen kalabalığın ters yönüne doğru giden yalnız biri vardır. Munch günlüğünde bu figür için şunları yazmıştır: “Geçenler ona garip ve tuhaf bakıyorlardı ve o solgun akşam ışığında gözlerini dikerek kendilerine bakmalarını anlayabiliyordu. Bazı düşüncelere dalmaya çalıştıysa da başarısız oldu. Kafasının içinde boşluktan başka bir şey yoktu. Bir kez daha geçenler onun yolundaydı, baştan aşağıya titriyordu ve ter içinde kalmıştı”. Munch burada kendi yaşadığı bir durumdan söz ediyor. Adamın ters yöne gitmesi ve yalnız olması kalabalığı reddettiğini ve uzak durduğunu, onların içinde yer almak istemediğini gösteriyor. Bu onu melankolik yapıyor. Kitleden ayrı durma, yalnız olma ve melankoli, çağdaşı Kierkegaard gibi küçük yaşlardan itibaren ailesinden pek çok kişiyi kaybeden Munch’un sevdiği konulardandır. 

Aylak düşünür insanların ilgisini çeken şeyleri umursamaz. Onlara bir şeyler açıklamaya çalışmanın yararsızlığının da farkındadır. Flâneur kentte insanlar içinde ama onların hızından uzakta gittikçe daha da yavaşlayarak bireyselliği ve yalnızlığı güçlendirebilir. Kendi içinde yalnızlığı bulunca güce de ulaşmış belki de en zor olan kendine katlanmayı başarmıştır. Bir yanda günlük işlerinin peşinde koşturan aceleci insanlar diğer yanda acele etmeyen ve bütünüyle serbest olduğu için zamanın akışını hissetmeyen, kitle içinde umursamazca yalnız dolaşan flâneur. “Flâneur kalabalıklar içinde kendini esrikliğe bırakıp uyuşur ve mutlu olur” (3). Modern kent yaşamı içinde müzeleri, sergi mekanlarını, parkları, bahçeleri, açık alanları, cafeleri, kitapçıları, caddelerde sıralanmış dükkanları dolaşıp imgelerden haz duyan, can sıkıntısını gidermeye çalışan flâneur için bazen kalabalık boğucu olabilir, sıkıştığını hissedebilir. Zamansız ve bireysel bu aylak gezgin kaçmak, uzaklaşmak, kalabalıkların içinde yer almaktansa daha çok odasında oturmak isteği duyabilir. “Adorno flâneur’ün görünümünün daha başından beri yansıma olduğunu onun gerçekte hep odasında gezindiğini söylemiştir” (4). Gezginliği çoğunlukla odasında geçmişten gelenlerde, anın içerdiklerinde, kelimelerde ve soyut dünyalardadır. 

Flâneur’ün özelliklerini bire bir yansıtan biri, kopya bir kişilik ya da duruş edinmek anlamına gelme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Ama kişisel yaşantı sürecinde kendiliğinden gelişen durumun sınırlı bir evrensel tarih içinde tanımlanmış ve sonrada yok olduğu ileri sürülmüş bu kişiliğe uygunluğunu tespit etmek ve onu anlamak için üzerinde düşünmek, araştırmak aslında içinde bulunduğu konumun derinliklerine de indirir kişiyi. Kendini anlamaya çalışan kişi karşılaştığı şeylerde kendini bulduğunda ya da o şeylere kendini yakın hissettiğinde ona ilgisi artar ve bağlanır. Tek bir şeyi benimsemek sonra da ona göre hareket etmek sınırlayıcı, köreltici, yeniliklere açık olmayı ve gelişmeyi engelleyicidir. Öncelikle gelişimi ve değişimi istemek ve kabul edebilmek gerekir ama içinde bulunulan durum gelip geçici değildir. Öznenin kişisel tarihinin belirleyici öğelerinin olağan gelişim sürecinin bir kavramla ya da kişilikle yakınlık içinde olduğunun farkına varıp onun derinliklerini ve tüm açılımlarını sorgulaması o kavrama yeni bir şeyler eklemesini kaçınılmaz kılar. Hem o kişiliği dönüşüme uğratır, farklılaştırır hem de o kişilik içinde kaybolur. Bu tipi nesnel tarih içinde sınırlamaz, belirli bir zaman içine sıkıştırmaz. Her döneme uyarlayabilir. Organik ve tarif edilebilen nesnelliğinden koparıp, yalıtır, işlevinin dışına çıkarır. Bütünlük içinde değil de fragman -alegorik- olarak değerlendirir ve onu istediği yere yapıştırır***. Bu da onun açıklanmış, tarih içinde yerini bulmuş anlamını değiştirir.

Flâneur’ün eylemleri planlı, amaçlı ve önceden düşünülmüş değildir. Doğal, samimi bir gelişim, zorlanmayan bir akış vardır. Sürrealistler gibi rastlantıya önem verir. Rastlantıyı kendisi üretmez ama alakasız durumlarda birbiriyle uyuşan şeyleri arar ve görmeye çalışır. Başlarda herhangi bir uğraşı olmaması bir takım dışsal etkenler nedeniyle sıkıntı verici olabilir ve bir şeyler yapmak gerekliliği kendini gösterir. Bu tip yine de kendini fazla zorlamaz. Bir girişimde bulunsa da bunu ciddi bir şekilde yapmaz. Girişimi olumsuz sonuçlansa da umursamaz. Eylemsizlik ne kadar çok kendine yer bulursa ve derinleşirse değişmek için gayret göstermek -pratiğe yönelik eylemde bulunabilmek- o kadar güçleşir ve ulaşılmaz olur. O zaman tembel, umutsuz, aylak bir düşünen kişi olan Oblomov’la da yakınlık gösterir; bezginlik, bıkkınlık, boşvermişlik ve sürekli sıkıntılı ruh haliyle. Hayatı oyun gibi görür ve sadece eğlenmeye, oyalanmaya çalışır. Hareketlerine anlam yüklemez. Başkalarının çıkarımlarına, determinist yaklaşımlarına karşı kayıtsızdır ve alaycı bir gülüşe sahiptir. Edilgin bir bekleyiş ve eylemsizlik içinde oluş topluma yönelik etken bir karşı koyuşu da içinde barındırır ama flâneur buna da aldırmaz.   
  
Birkaç parça eşya alıp uzak yollara düşmek, neresi olursa olsun barınmak, bulduğunda kuru ekmekle bulamadığında hiçbir şey yemeden dolaşmak, günü gününe yaşamak ya da böyle çileci değil de açgözlü bir gezgin olarak her şeyi tüketerek yollar tepmek, her yeri görmek özgürlük müdür? Bu özgürlüğe yüzeysel bir yaklaşım olur. Gerçeklerle savaşmakla da özgür olunmaz, bu zaman kaybıdır. Özgürlük öncelikle düşüncelerde sorgulanıp kendini ortaya koyar. Descartes’ın dediği gibi ‘mutlu yaşamak saklı yaşamakla’ oluyorsa mutluluk peşinde koşmak da gereksizdir. Nötr olmak, yadsımamak, ona yabancılaşmamak en doğrusudur. Kuşkucu tavır ve düşüncelerin gerçekliği iyice yer etse de, olumsuzluklara rağmen durumunu değerlendirebilen kişi şanslıdır. Bireysellik ve yalnızlığa önem veren mesafeli flâneur’ler yaşanılacak ve öğrenilecek şeylerin çokluğundan haz duyar. Bilgi insanı bir yerden başka bir yere götürür. Ucu bucağı, sınırı, köşesi yoktur. Zincirleme olarak takip vardır ama ‘ne kadar bilirsen o kadar az bildiğini kavramış olmak’ -Sokrates ironisi- ve salt bilmek rahatsızlık vericidir. Ulaşılan bilgi hiçbir zaman yeterli değildir. Hep başka bir şeyler olabileceği ve daha fazlası umulur. Bilgiyi işlemek, dönüştürmek ve aktarmak gerekir. İlk iki seçeneği uygulayan ama üretimde bulunmayan, olasılıkları hayal eden flâneur’ü muğlak olana eğilim huzursuz etse de kesinleşmiş ve belli bir düzende devam edene de yakın değildir. Arayışın maddi olanda değil gerçeğin değişik yorumlarına ve ötesine olması, keyfilik, en sade, doğal ve basit olanın barındırdığı gize yönelmek, görünüşün aldatıcılığını algılamak da onun özelliklerindendir. 'Buradayım' diye bağıran, kendini göstermek için çırpınan şeylere ilgisizdir. Aylak gezgin düşsel sis perdesinin –bu perde gridir ama içinde göze batmayacak renkler barındırır- çağrısına kulak verir. İçinde bulunduğu toplumdaki tedirginliğini ironik biçimde kalabalık içinde saklanarak gidermeye çalışır. “Poe asosyal ile flâneur arasındaki ayrımı bilerek siler. Bir adam bulunması güçleştiği ölçüde şüpheli konumuna girer (5). Görünmez olmak, kaybolmak, ulaşılamamak ve bulunamamak hatta hiçliğe varmak üzerine düşünmekten sonsuz keyif alır.

Flâneur için "aylaklıkla kazanılan çalışarak kazanılandan çok daha değerlidir. Andre Breton’un İnsan çalışmak zorundaysa hayatta kalmak neye yarar’" (6) sözü flâneur’e yakınlığını gösterir. Flâneur işsiz gezen biri olarak işbölümü ve uzmanlığı umursamaz. İnsanların iş peşinde koşturmalarını da anlamsız bulur. “Yaşamın uğursuz zorunluluklarının çalışmayı zorla dayatıyor olmasına bir diyeceğim yok, evet de, buna inanmamın istenmesine, kendimin ya da başkalarının çalışmasının yüceltilmesine gelince, bu asla... Gece karanlığında yürüyüp de gündüz yürüyor sanmayı yeğliyorum. Çalışıp emek harcamanın hiçbir işe yaradığı yok. Herkesin yaşamının anlamını ortaya çıkarmasını bekleyebileceği olay, belki henüz rastlamadığım ancak peşi sıra giderken kendimi aradığım olay emek pahasına sağlanan bir şey değildir” (7). Breton Nadja’da ‘Çalışmaya mahkum insana çalışmadan yakasını sıyıramadığı için acıdığını’ belirtir. Friedrich Nietzsche'ye göre de "Ne kadın çalışır, ne deha. Kadın o zamana dek insanlığın en büyük lüksü olmuştur. Bizler en yüksek verimimize ulaştığımızda çalışmıyoruz. Çalışmak ancak bu anları üretmek için araçtır."

Oblomov da hiçbir zaman işe giremeyen işsizlikten zevk almak istese de ve avutucu şeyler bulsa da sıkıntıdan kurtulamayan biridir. Tembel gibi işten kaçıp işsizlikte mutluluk bulmaz. Oblomov için yüz parçaya bölünmeden ruh ve vücut güçlerini belirsiz şeylerde harcamamak mutluluktur. Yazmayı boşuna kafa ve ruhu harcayıp, hayalleri, düşünceleri satmak olarak görür. Tıpkı Yusuf Atılgan’ın ‘Aylak Adam’ının ifade ettiği gibi; “İş avutur derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden farklı öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrar ediyordu. Yaşamın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak” (8). Aylak olmak dünyanın en zor işiydi (9). “Biri çıkıp yazsa. Ben? Yapamam, yaşamak varken. Ben ya ararım ya da yaşarım” (10). Bütün bu düşüncelerinden ‘aylak adam’ın da Oblomov tarzı yaşam sürdürdüğü görülür. Ama Oblomov kadar umutsuz değildir o. Bir gün aradığını bulacaktır ya da karşısına çıkacaktır. Kalabalıktan, kitleden ayrı görür kendini ‘Onlar gibi değilim ben’ der. O da kent sokaklarını bir nevi flâneur gibi arşınlar, başıboş ve amaçsız dolaşır. “Bu adımlar benim için her şey. Adımlar nereye doğru gidiyor, işte gerçek sorun burada. Ama er ya da geç kendilerine bir yol çizmesini bilecekler” (11). Oblomov için hayat iki bölümdür. İlkinde iş, sıkıntı diğerinde sakin, sessiz ve huzurlu günler vardır. İkisi bir araya gelemeyecek zıt kutuplar gibidir. Oysa zıt kutuplar birbirinin içinden çıkıp diğerini terk eder. Otuz iki yaşındaki -32 yaş insanın kendini ne genç ne de yaşlı hissedebileceği bir yaştır, daha çok yaşlı olana yakındır- Oblomov “zamanla artık hayattan bir şey beklemez olur” (12). Yaşamı, varolmayı ve zamanı önemsemez, kendini ve değerini anlatabilmekten umudunu keser. Gerçeği, olması gerekenleri umursamayıp ideali ister. 

Ingeborg Bachmann’ın da söylediği gibi 20’li yaşlarda "pek çok olanak görür insan önünde, akla gelebilecek her şey olabileceğini düşünür; büyük bir adam, bir yol gösterici, bir filozof ya da bilgelikten bir aylak olur. Müzikte, kitaplarda zevki arayıp, antik sütunlara sırtını yaslar, eski uygarlıkların ‘plastik öğelerin, estetik ve kırılgan’ yaşamların izini sürer. Gençliğin verdiği enerji ve coşkunun bitmeyeceğini sanır, mutluluk ve güzelliğe aç dolaşır. En akıl almadık düşünceleri ve inanılmaz tasarıları yıllar yılı kafasında yaşatır. Genç ve sağlıklı biri olduğundan ve önünde çok zaman var göründüğünden gelecekle ilgili planlar yapmaz, girişimlerde bulunmaz" (13). Günü gününe yaşar, keyfine göre hareket eder. Başkaları iş peşindeyken, bir takım eserler ortaya çıkarmaya çalışırken daha çok güç isteyen sevmenin peşinden koşar. “Ben hiçbir zaman bir işle uğraşmam. Bir işle uğraşmak engellerdi beni” der. Aylak olan, flâneur olan, Oblomov tarzı yaşam sürdüren ‘otuzuncu yaş’la birlikte “kapana kısıldığını anlar”. Hiçbir zaman sıradan ya da seçkin biri olmak istememiş, önemli biri olmayı seçmemiş, gayeler, hedefler belirlememiş, yaşamayı zaten bir iş olarak görmüş kişi halinden memnun olsa da bu kapana kısılma hissi, kasvet ve acılar içinde kıvranma, çaresizlik, ağırlık çökme, fenalık basma ve karamsarlık gibi melankoliye özgü durumları da sık sık yaşar. Bu gibi durumlarda fırtınanın geçmesi, bu iç sıkıntısından kurtulabilmek için dua etme, yatışma ve oluruna bırakma kısa süre için iyi hissettirir. “Ciddi işleri bırakarak içe kapanmak, kendi yarattığı hayal dünyasında yaşamak Oblomovca bir zevk” (14). Hayallere sığınmak, rengarenk yaprakların dallardan düşüşünü ve günbatımını hüzünlü bir gülümsemeyle izlemek; içteki fırtınayı dindirmek ve bu sıkıntılı ruh halinden çıkmak için kurtuluş olabilir. Oblomov içinde ‘iyi ve güzel şeylerin derinliklerinde saklandığını ama üzerine çok fazla şey yığıldığından gömülüp kaldığını ve ortaya çıkamadığını acı acı hissedip gizli bir gücün, düşmanın onu daha yola çıkarken insanlığın doğru yolundan uzaklara fırlattığını, karanlık, ıssız, vahşi ormandaki dar geçitlerin gittikçe daralarak yolunu kapattığını hissediyordu. Ne iradesi ne aklı onu içinde bulunduğu durumdan çıkaramıyordu’ (15).

Van Gogh da kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarda bu tür sıkıntılarından söz eder. İçinde bir şeylerin olduğunu ama bir türlü ortaya çıkamadığını belirtir. Oblomov neden böyle olduğunu sık sık kendine sorar ama cevap bulamaz. En sonunda ‘kaderim böyleymiş ne yapabilirim der’ ve uzaklaşır eski çevresinden, bilmeden de olsa üzebilirim kaygısıyla vazgeçer aşkından**** -“Melankolik bir aşkın insanı, korkusunun bir olasılığının peşine düşer; sonunda onu kendisinden uzaklaştırır ve içinde yok olmaktan o kadar korktuğu bu kaygı ve aşırılık içinde bu olasılığı yok eder” (16)-. Kendini odasına kapatır. Kitap bile okumak istemez. Odasında kendi dünyasında mutludur o. Yine de ‘Allah bilir hayatım niye böyle harcandı gitti’ demekten alamaz kendini. Gayesini bulacak zamanı geçirmiştir ve artık önünde hiçbir şey yoktur. Van Gogh gibi mücadele etmez. “Kim için yaşayabilirim? Hangi gaye için? Neyi arayacağım? Ne için savaşacağım? Neyin rüyasını göreceğim?" gibi sorular sorar sürekli. Hayatın çiçekleri döküldü, dikenleri kaldı” (17). Başkasından yardım ummaz. “Yardım istemek yerine cehennemin tüm işkenceleriyle birlikte kendi olmayı yeğleyecektir” (18). Düşünce ve isteme gücü umutsuz olarak felce uğratılmıştır. Pişmanlıklar, vicdan azapları içinde kıvranır, acı ve umutsuz gözyaşları döker, bu işkenceden kurtulmaya ve suçu yükleyecek birini bulmaya çalışır. Çevresine küskün bakar, hayattaki her şeyin eziyetli ve sıkıntılı olduğunu düşünür. İçindeki ateş on iki yıl yakacak bir şey bulamadığı için kapalı kalır, kendi zindanını yakar ve söner. Artık bu uykudan uyanmak isteği bile duymaz.

Yoğun bir tinsel yaşamı olan Baudelaire de pişmanlıkları ve suçluluk duyguları altında ezilir. Yararlı olanın değil varolmayanın peşindedir. Ruhunu garip bulur ve orada kendi kendini tanıyamadığını ifade eder. Çevresinde tiksinti uyandırmaya çalışmış, insanları kendisinden uzak tutmuştur böylece yalnız kalabilecektir. Mutluluğu küçümseyip acıyı seçer. Ruhun mutsuzluğu kendi içinden gelir. Yeryüzünde olmak ona acı verir. ‘Nerede olursa olsun yeter ki bu dünyanın dışında olsun’ der. Bu dünyada olmayanın gerçek dışının, olanaksızın düşünü gören Baudelaire insan ilişkilerinde de soğuk ve mesafelidir. Yine de kalabalıklar içindedir. Mektuplarında "sonsuz bir karamsarlık, çekilmez bir yalnızlık, bitip tükenmeyen bir isteksizlik içinde olduğunu gücüne güvenemediğini, hiçbir şeyle oyalanamadığını, dalgın, şaşkın, beceriksiz olduğunu" yazar. Talihin kendisine hiç gülmediğini, uyuşukluktan kurtulamadığını, hayallere daldığını, iç çöküntüsü, kararsızlık ve çaresizliğe düştüğünü ve bu durumdan nasıl çıkacağını bilemediğini, bocalamalarla, fakirlik ve tesellisiz geçen seneler sonucu iflah olmaz bir melankoli içinde olduğundan söz eder. 
 
Rimbaud uygar dünyadan, içinde bulunduğu düzenden hoşnutsuzdur ve bundan kendini korumak, uyum sağlamak, çalışmak ona güç gelir. Doğunun bilgeliğine sığınır ve eylemi zayıflık, güçsüzlük olarak görür. Asla mutlu olmayan, olamayacak, kendini özgür hissedemeyen, boşluk duygusu içinde ve can sıkıntısından kurtulamayan bir ruha sahiptir. Hiçbir zaman kendini bir şeylere veremeyen, geçimini sağlamak zorunda olduğunda yeteneklerinin işe yaramadığını gören şairin yaşamı yalnızlık, sıkıntı, huzursuzluk ve varlığın gerçekliğini arayarak geçmiştir. ‘Yabanıllığa çekilip gitsem de, yaşamımı bir çöle dönüştürsem de bu andan itibaren benden haber alamasanız bile ilk ve son kez bilmelisiniz ki hakikate canımla ve kanımla sahip olmak bana nasip olacaktır. Hakikati örtmek için elinizden geleni yaptınız; ruhumu yıkmaya çalıştınız, ben hakikati bileceğim, onu kendim için muhafaza edeceğim bu bedenle ve bu ruh ile’ diyen şair sürekli meslek değiştiren, arayış içinde olan, günlük yaşama gereksinim duymayan, serseri, ümitsiz biridir. Yalnızlıktan yorulduğunda sıradan insanların içinde olup onlara uyum sağlamak ister ama bunun yolunu bilemez. ‘İçe Doğuşlar’da ‘Ben gerçekten mezar ötesindenim ve görevim yok’, ‘Mutsuzluk tanrımdı benim. Çamura uzandım boylu boyunca’, ‘Güçsüzlük ya da güç; Al sana güç. Bilmiyorsun nereye, niçin gittiğini. Gir her yere, yanıtla her şeyi. Bir ceset olabilseydin ancak bu kadar öldürebilirlerdi seni’ gibi dizeleri yazmış olan Rimbaud bir bunalımdan diğerine geçerek yaşamını sürdürür. Görünmezi, görmek, bilinmezi bilmek yani bir kahin olmak ister. Haykırışlarıyla dünyayı yadsıyıp Baudelaire gibi olmayan bir yaşamı özler. Yine Baudelaire gibi çalışmayı aşağılar ve iğrenç bulur. “Sevgi vermeye ve almaya hepten yeteneksiz kaldı... Olsa olsa acımayı bildi sevgiyi asla... Uyum sağlamayı veya boyun eğmeyi beceremediğinden sürekli arayış içindeydi. Tüm şeylerin hiçliğini keşfetti” (19). 

19. yüzyılda sanatçılar sıkıntıları, kaygıları, çağın bunalımını algılarına ve öngörülerine göre yorumlamıştır. Bireysellik önem kazanmış ve yalnızlığa dönüş artmış, hatta yalnızlık övülmüş ve toplumsal sorunlardan uzak durmak için tek çare olarak görülmüştür. Gelişmeler endişelendirmiş, dinsel inançlar yıkılmaya başlamış ve Tanrı'nın varlığı sorgulanmıştır. Kaygıların boşuna olmadığı 20. yüzyılın başlarında anlaşılmıştır. Savaşlar sanatçılarda gerginliğe ve umutsuzluğa yol açmıştır. Özellikle Ekspresyonistler resimlerinde girilen çağın belirsizliğini, insanlığın içinde bulundukları durumları, yalnız, yabancılaşmış, şaşkın, her türlü ilişkiden kopmuş ve varoluş korkusuna kapılmış insanının ruhsal gerilimlerini yansıtmışlardır. Fütüristler ise makinenin gücüne olan hayranlıklarını, gelişmelere olumlu yaklaşımlarını manifestolarında ve çalışmalarında açığa vurmuşlardır. Yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran savaşlar ve geleceğin belirsizliği duyarlı sanatçıların yaşantılarını ve sanatlarını derinden etkilemiştir. Artık bambaşka bir çağ söz konusudur. 19. yüzyılın ikinci yarısındaki kültürel, toplumsal ve bilimsel alandaki bütün gelişmeler sonraki yüzyıldaki radikal değişimlerin, kopuşların ortaya çıkmasını sağlar. Ancak insanın üzerine yüklenen bunalımlar kent yaşamı içinde daha belirgin olarak kendini gösterir. Bilimin ilerlemesiyle teknolojik gelişmeler insana kent yaşantısı ve günlük hayat içinde yeni olanaklar sunar. Bu durum olumlu özellikleriyle birlikte ruhsal yönden olumsuzluklara da yol açar. İnsanı kendinden uzaklaştırır, topluma da yabancılaştırır. İletişim nicelik olarak artış gösterip kolaylaşırken nitelik olarak düzeysizleşir. Her çağda olduğu gibi toplumsal ve kişisel sorunlardan kaynaklanan melankolik durumlar kendini gösterir. Gittikçe hızlanan kent yaşamı içinde insan içinden çıkamadığı sorunlarına çözümler aramaya çalışsa da yalnızlık, çaresizlik, sıkıntı, umutsuzluk ve güvensizlik melankolik ruhların kaçınılmaz yazgısıdır. ‘Ürkek ve hassas ruhlar büyük mutluluk kaygılarına, talihin rüzgarlarına dayanamayan sakin savaş seyircileridir. Kendilerini değiştirmelerine, vicdan azabı duymalarına, kendilerine özgü bambaşka hayatı yaşamaktan başka bir şey yapmalarına gerek yoktur’. 19. yüzyılda
-roman kahramanı olsa da- Oblomov’un, flâneur’ün*****, Van Gogh’un, Gerard de Nerval’in, Baudelaire'in, Rimbaud'nun vb.nin içinde bulunduğu durum 20. ve 21. yüzyıl insanı için de geçerlidir. “Evrenseli anlatmak için kendinden vazgeçen trajik kahramanlardır.” (20).
 
İnsan sürekli zamanını dolduracak bir şeyler arar, uğraşlar edinir ve başkalarına koşar. Uyumak nedir bilmeden, hayatın tadını çıkarma, her yere gitme, görülecek her yeri görme, yaşanacak her şeyi yaşama derdindedir. “Her şeye ilgiyle sarılma, uğraşlar peşinde koşma ruh boşluğu ve sevgi yoksulluklarını örtmek içindir” (21) der Oblomov. Sanki Schopenhauer dile getirmiş gibi. Schopenhauer de içsel boşluk ve bıkkınlığın insanları topluluğa ve yabancı ülkelere sürüklediğini belirtmiştir. Toplumsallaştığını, kalabalıklar içinde olduğunu zanneden daha da yalnızlaştığını fark etmez. Toplum içinde derin bir şeyler bulamayan, yüzeysel ve sahte ilişkiler içinde bencillikleri gören ve kitleden uzaklaşan kişi de ister istemez Oblomov’un kaygılarıyla yüzleşir ve benzer hisler içinde olur. Bu kişiler içtenlikleriyle gizli ve sessiz bir hayat sürdürürler. Her dönem, her toplum kendi içinde Oblomov’larını ve flâneur'lerini yaratır.

'Yalnızsa, aylaksa onun nerede ineceği belli olmaz’ (22).

Notlar:

* Daha sonra Walter Benjamin denemelerinde Baudelaire’i ve Flâneur’ü ayrıntılı şekilde incelemiştir.
** Dandy’den ayrılan yanı buradadır. Dandy ‘zengin bir Herakles’tir (Baudelaire). Kalabalıktan tiksinir, sadece kendisiyle ilgilidir. Baudelaire ‘birini becermenin başka bir insana girmek arzusu olduğunu oysa sanatçının hiçbir zaman kendinden dışarı çıkamadığını’ belirtir. Flâneur kalabalıklara karşı dandy’den daha ılımlıdır. Onlardan tiksinmez, sadece kayıtsızdır. Baudelaire’de kendini bulan bu kişiliklerin ortak yanları ise hayatlarını sanat eseri yaratmakla harcamamaları, kendilerinin bir sanat eseri olmasıdır. Her ikisi de başkalarını şaşırtmaktan keyif alır ama kendileri hiç şaşırmazlar, estetik peşindedirler.
***  Walter Benjamin’in sanat kuramı, alegori kavramı
**** Oblomov Olga’ya aşıktır. Ama ondan ayrılır. Olga’nın kendisini neden bu kadar sevdiğini anlayamaz. ‘Olga beni sevebilir miydi? Niçin severdi? Bu bir aldanma olmasın? Hayır benim gibi bir adamı kimse sevemez.’ diye düşünürdü. Kişinin buna inanması kendi içindeki çatışmalarını da ortaya koyar. Normal biri olmadığını –o aylaktır, işsizdir, amacı yoktur-, dolayısıyla sevilmeye layık olamayacağını düşünür. Olga onun durumuna üzülür ’Sana kim beddua etti? Ne günah işledin? İyi yüreklisin, zekisin, duygulusun, soylusun. Ama gene de eriyip gidiyorsun. Seni için için yiyen nedir? Bu hastalığın bir adı yok mu? diye sorduğunda ‘Var, Oblomovluk’ cevabını alır.
***** Fransızca bir kelime olan flâneur'ün kadınlar için karşılığı flaneuse olsa da ben her zaman kadın erkek ayırt etmeden  -1991 yılında ilk kez Uygarlık Tarihi,  Sanatta Modernizm, Çağdaş Düşünce ve Sanat derslerimize giren Hilmi Yavuz'dan duyduğum- flâneur'ü kullanmayı tercih ettim. Kelimelerdeki dişi erkek ayrımını doğru bulmuyorum :).

Kaynaklar:

(1) Bürger, Peter, Avangard Kuramı, çev: Erol Özbek, İletişim, İstanbul, 2004, s: 118
(2) Benjamin, Walter, Pasajlar, çev: Ahmet Cemal, YKY, İstanbul, Ocak 2002, s: 220
(3) Benjamin. a.g.e., s: 149
(4) Teber, Serol, Melankoli, Normal Bir Anomali, Say, İstanbul, 2001, s: 328
(5) Benjamin. a.g.e., s: 143
(6) Baudelaire, Charles, Modern Hayatın Ressamı, çev: Ali Berktay, İletişim, İstanbul, 2003, s: 34
(7) Breton, Andre, Nadja, çev: İsmail Yerguz, Dost, Ankara, 2002, s: 53
(8) Atılgan, Yusuf, Aylak Adam, YKY, İstanbul, Ekim 2000, s: 41
(9) Atılgan, a.g.e., s: 103
(10) Atılgan, a.g.e., s: 117
(11) Breton, a.g.e., s: 62
(12) Gonçarov, Ivan, Oblomov, çev: S. Eyüboğlu, E. Güneş, İş Bankası Yay., İstanbul, Şubat 2000, s: 76
(13) Bachmann, Ingeborg, Otuzuncu Yaş, çev: Kamuran Şipal, Kavram Yayınları, İstanbul, 1998, s: 6
(14) Gonçarov, a.g.e., s: 83
(15) Gonçarov, a.g.e., s: 119
(16) Soren Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, çev. M. M. Yakupoğlu, Ayrıntı, İstanbul 2001, s: 47
(17) Gonçarov. a.g.e., s: 229
(18) Soren Kierkegaard, a.g.e., s: 82
(19) Miller, Henry, Rimbaud ya da Büyük İsyan, Kabalcı, İstanbul, 1994, s:104
(20) Soren Kierkegaard, Korku ve Titreme, çev: N. Ekrem Düzen, Ara, İstanbul, 1990
(21) Gonçarov, a.g.e., s: 209 
(22) Atılgan, a.g.e., s: 141

NALAN YILMAZ, 2001.

2001 yılında yazıp daha sonra yeniden düzenleyip geliştirdiğim bu makalem 19 Temmuz 2004 tarihinde Hürriyet'in internet dergisi Agora'da yayınlandı.

*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License

2 yorum :

  1. Muhteşem bir makale olmuş. Flaneur sanırım aynı zamanda biraz zen budist . Çok beğendim .

    YanıtlaSil
  2. bu yazı için söylenecek başka ne olabilir ki.
    gerçekten muhteşem. insanın içini acıtıyor okurken. büyük ruhların yalnızlığı, acıları, dışlanışları...
    yazan da bu büyük ruhlardan biri belli ki.

    YanıtlaSil



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...