'... için yaşıyorum' sözünde boşluğu doldurabilecek kelime bulunsa, düşünceler, gözlemler ve duygular bu yöne aktarılabilse belki ‘memnunum’ denilen ama genellikle tarif edilemez bir hiçlik içindeki durumdan çıkılabilir. Eskilerin deyimiyle ‘bir baltaya sap olamamak’ önemsenmese de alışılan bu tür sözler bazen sızlatıcı olur. 19. yüzyılda kente bugünkü görünümünü veren Baron Haussmann’ın Paris’inde görülen, Baudelaire’in sözünü ettiği* olayları uzaktan gözlemleyen kişi anlamına gelen flâneur olmayı düşlemek -aslında bir anlamda da öyle olmak- 21. yüzyılda, modern zamanlarda...
İşsiz güçsüz gezen bu avare adam tipi -ki pek tercih edilecek bir tip değil- kentte yürüyerek dolaşır ve neler olup bittiğini inceler. Flâneur aynı zamanda gezip gördüklerini düşünen, değerlendiren, tanık olduğu olayları ve anları farklı açılardan ele alan, bakışını geniş tutarak yeni açılımlar yaratan, kentin içinde tam da bir kentli gibi durabilen ama doğanın sunduklarına da kendini bırakabilen, kendi dışındaki görüş ve fikirlere de kapısını kapatmayan ama bildiğinden şaşmayan ve kaçınılmaz olarak yalnız biridir. Yaşantısı, konumu, sosyal ve ekonomik kimliği belirsiz olan** herhangi bir politik görüşü ve çalışması olmayan, hakkında fazla bilgi sahibi olunmayan melankolik düşünür, bağımsız kent gezgini bu tutumuyla -yaşadıkları ve seçimleriyle- Dada’daki gibi bir sanat eserine dönüşür. Dada hareketinde üreten kişinin ve üretilen eserin yüceltildiği bir sanat anlayışı yoktur; sanatın hayat pratiğine yakınlığı ve hayatla birleştirilmesi söz konusudur. Avangardlar sanat kurumuna dolayısıyla yaratılan somut sanat nesnesine ve bireysel tutumlara karşı olduğu için olumsuzlarken seçilenlerin tarihsel gelişim içinde sanat eseri olarak nitelenmesi çelişkidir. “Sanatı olumsuzlama çabaları üreticilerinin niyetlerinden bağımsız bir biçimde eser niteliği kazanan sanatsal gösteriler haline gelir” (1). Yine de sanat alanında etkileri göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Flâneur ise üretimde bulunmasa da bireyseldir ve özneldir. Zaten Dadacılar ya da diğer avangardlar gibi kaygılar taşımaz. Herhangi bir şeye karşı tavır geliştirmez. Her türlü dayatmadan ve kuraldan uzaktır. İddiasızdır, sadece kendisidir ve öyle kalır.
İşsiz güçsüz gezen bu avare adam tipi -ki pek tercih edilecek bir tip değil- kentte yürüyerek dolaşır ve neler olup bittiğini inceler. Flâneur aynı zamanda gezip gördüklerini düşünen, değerlendiren, tanık olduğu olayları ve anları farklı açılardan ele alan, bakışını geniş tutarak yeni açılımlar yaratan, kentin içinde tam da bir kentli gibi durabilen ama doğanın sunduklarına da kendini bırakabilen, kendi dışındaki görüş ve fikirlere de kapısını kapatmayan ama bildiğinden şaşmayan ve kaçınılmaz olarak yalnız biridir. Yaşantısı, konumu, sosyal ve ekonomik kimliği belirsiz olan** herhangi bir politik görüşü ve çalışması olmayan, hakkında fazla bilgi sahibi olunmayan melankolik düşünür, bağımsız kent gezgini bu tutumuyla -yaşadıkları ve seçimleriyle- Dada’daki gibi bir sanat eserine dönüşür. Dada hareketinde üreten kişinin ve üretilen eserin yüceltildiği bir sanat anlayışı yoktur; sanatın hayat pratiğine yakınlığı ve hayatla birleştirilmesi söz konusudur. Avangardlar sanat kurumuna dolayısıyla yaratılan somut sanat nesnesine ve bireysel tutumlara karşı olduğu için olumsuzlarken seçilenlerin tarihsel gelişim içinde sanat eseri olarak nitelenmesi çelişkidir. “Sanatı olumsuzlama çabaları üreticilerinin niyetlerinden bağımsız bir biçimde eser niteliği kazanan sanatsal gösteriler haline gelir” (1). Yine de sanat alanında etkileri göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Flâneur ise üretimde bulunmasa da bireyseldir ve özneldir. Zaten Dadacılar ya da diğer avangardlar gibi kaygılar taşımaz. Herhangi bir şeye karşı tavır geliştirmez. Her türlü dayatmadan ve kuraldan uzaktır. İddiasızdır, sadece kendisidir ve öyle kalır.
Flâneur bir şey almak için sokağa çıkmaz. 19. yüzyılın başkenti Paris’in evi gibi gördüğü caddelerinde ve pasajlarında boş boş dolaşıp etrafa ve vitrinlere bakınmaktan zevk alır. “Baudelaire kalabalığın onu zorla kendisine çekişine yenik düşmüş ve bir flâneur kimliğiyle kendini o kalabalıktan biri kılmıştır, bununla birlikte kalabalığın insanı olmaktan uzak bir yapı taşıdığı duygusunu içinden atamamıştır. Kendini kalabalığın suç ortağı yaparken, neredeyse aynı anda ondan kopmuştur. Baudelaire kalabalıkla görünüşte yoğun bir ilişki kurar; gerçekte ise niyeti onu tek bir aşağılayıcı bakışla hiçliğin uçurumuna yuvarlamaktır” (2).


Flâneur’ün özelliklerini bire bir yansıtan biri, kopya bir kişilik ya da duruş edinmek anlamına gelme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Ama kişisel yaşantı sürecinde kendiliğinden gelişen durumun sınırlı bir evrensel tarih içinde tanımlanmış ve sonrada yok olduğu ileri sürülmüş bu kişiliğe uygunluğunu tespit etmek ve onu anlamak için üzerinde düşünmek, araştırmak aslında içinde bulunduğu konumun derinliklerine de indirir kişiyi. Kendini anlamaya çalışan kişi karşılaştığı şeylerde kendini bulduğunda ya da o şeylere kendini yakın hissettiğinde ona ilgisi artar ve bağlanır. Tek bir şeyi benimsemek sonra da ona göre hareket etmek sınırlayıcı, köreltici, yeniliklere açık olmayı ve gelişmeyi engelleyicidir. Öncelikle gelişimi ve değişimi istemek ve kabul edebilmek gerekir ama içinde bulunulan durum gelip geçici değildir. Öznenin kişisel tarihinin belirleyici öğelerinin olağan gelişim sürecinin bir kavramla ya da kişilikle yakınlık içinde olduğunun farkına varıp onun derinliklerini ve tüm açılımlarını sorgulaması o kavrama yeni bir şeyler eklemesini kaçınılmaz kılar. Hem o kişiliği dönüşüme uğratır, farklılaştırır hem de o kişilik içinde kaybolur. Bu tipi nesnel tarih içinde sınırlamaz, belirli bir zaman içine sıkıştırmaz. Her döneme uyarlayabilir. Organik ve tarif edilebilen nesnelliğinden koparıp, yalıtır, işlevinin dışına çıkarır. Bütünlük içinde değil de fragman -alegorik- olarak değerlendirir ve onu istediği yere yapıştırır***. Bu da onun açıklanmış, tarih içinde yerini bulmuş anlamını değiştirir.


Flâneur için "aylaklıkla kazanılan çalışarak kazanılandan çok daha değerlidir. Andre Breton’un ‘İnsan çalışmak zorundaysa hayatta kalmak neye yarar’" (6) sözü flâneur’e yakınlığını gösterir. Flâneur işsiz gezen biri olarak işbölümü ve uzmanlığı umursamaz. İnsanların iş peşinde koşturmalarını da anlamsız bulur. “Yaşamın uğursuz zorunluluklarının çalışmayı zorla dayatıyor olmasına bir diyeceğim yok, evet de, buna inanmamın istenmesine, kendimin ya da başkalarının çalışmasının yüceltilmesine gelince, bu asla... Gece karanlığında yürüyüp de gündüz yürüyor sanmayı yeğliyorum. Çalışıp emek harcamanın hiçbir işe yaradığı yok. Herkesin yaşamının anlamını ortaya çıkarmasını bekleyebileceği olay, belki henüz rastlamadığım ancak peşi sıra giderken kendimi aradığım olay emek pahasına sağlanan bir şey değildir” (7). Breton Nadja’da ‘Çalışmaya mahkum insana çalışmadan yakasını sıyıramadığı için acıdığını’ belirtir. Friedrich Nietzsche'ye göre de "Ne kadın çalışır, ne deha. Kadın o zamana dek insanlığın en büyük lüksü olmuştur. Bizler en yüksek verimimize ulaştığımızda çalışmıyoruz. Çalışmak ancak bu anları üretmek için araçtır."



Van Gogh da kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarda bu tür sıkıntılarından söz eder. İçinde bir şeylerin olduğunu ama bir türlü ortaya çıkamadığını belirtir. Oblomov neden böyle olduğunu sık sık kendine sorar ama cevap bulamaz. En sonunda ‘kaderim böyleymiş ne yapabilirim der’ ve uzaklaşır eski çevresinden, bilmeden de olsa üzebilirim kaygısıyla vazgeçer aşkından**** -“Melankolik bir aşkın insanı, korkusunun bir olasılığının peşine düşer; sonunda onu kendisinden uzaklaştırır ve içinde yok olmaktan o kadar korktuğu bu kaygı ve aşırılık içinde bu olasılığı yok eder” (16)-. Kendini odasına kapatır. Kitap bile okumak istemez. Odasında kendi dünyasında mutludur o. Yine de ‘Allah bilir hayatım niye böyle harcandı gitti’ demekten alamaz kendini. Gayesini bulacak zamanı geçirmiştir ve artık önünde hiçbir şey yoktur. Van Gogh gibi mücadele etmez. “Kim için yaşayabilirim? Hangi gaye için? Neyi arayacağım? Ne için savaşacağım? Neyin rüyasını göreceğim?" gibi sorular sorar sürekli. ”Hayatın çiçekleri döküldü, dikenleri kaldı” (17). Başkasından yardım ummaz. “Yardım istemek yerine cehennemin tüm işkenceleriyle birlikte kendi olmayı yeğleyecektir” (18). Düşünce ve isteme gücü umutsuz olarak felce uğratılmıştır. Pişmanlıklar, vicdan azapları içinde kıvranır, acı ve umutsuz gözyaşları döker, bu işkenceden kurtulmaya ve suçu yükleyecek birini bulmaya çalışır. Çevresine küskün bakar, hayattaki her şeyin eziyetli ve sıkıntılı olduğunu düşünür. İçindeki ateş on iki yıl yakacak bir şey bulamadığı için kapalı kalır, kendi zindanını yakar ve söner. Artık bu uykudan uyanmak isteği bile duymaz.
Yoğun bir tinsel yaşamı olan Baudelaire de pişmanlıkları ve suçluluk duyguları altında ezilir. Yararlı olanın değil varolmayanın peşindedir. Ruhunu garip bulur ve orada kendi kendini tanıyamadığını ifade eder. Çevresinde tiksinti uyandırmaya çalışmış, insanları kendisinden uzak tutmuştur böylece yalnız kalabilecektir. Mutluluğu küçümseyip acıyı seçer. Ruhun mutsuzluğu kendi içinden gelir. Yeryüzünde olmak ona acı verir. ‘Nerede olursa olsun yeter ki bu dünyanın dışında olsun’ der. Bu dünyada olmayanın gerçek dışının, olanaksızın düşünü gören Baudelaire insan ilişkilerinde de soğuk ve mesafelidir. Yine de kalabalıklar içindedir. Mektuplarında "sonsuz bir karamsarlık, çekilmez bir yalnızlık, bitip tükenmeyen bir isteksizlik içinde olduğunu gücüne güvenemediğini, hiçbir şeyle oyalanamadığını, dalgın, şaşkın, beceriksiz olduğunu" yazar. Talihin kendisine hiç gülmediğini, uyuşukluktan kurtulamadığını, hayallere daldığını, iç çöküntüsü, kararsızlık ve çaresizliğe düştüğünü ve bu durumdan nasıl çıkacağını bilemediğini, bocalamalarla, fakirlik ve tesellisiz geçen seneler sonucu iflah olmaz bir melankoli içinde olduğundan söz eder.


İnsan sürekli zamanını dolduracak bir şeyler arar, uğraşlar edinir ve başkalarına koşar. Uyumak nedir bilmeden, hayatın tadını çıkarma, her yere gitme, görülecek her yeri görme, yaşanacak her şeyi yaşama derdindedir. “Her şeye ilgiyle sarılma, uğraşlar peşinde koşma ruh boşluğu ve sevgi yoksulluklarını örtmek içindir” (21) der Oblomov. Sanki Schopenhauer dile getirmiş gibi. Schopenhauer de içsel boşluk ve bıkkınlığın insanları topluluğa ve yabancı ülkelere sürüklediğini belirtmiştir. Toplumsallaştığını, kalabalıklar içinde olduğunu zanneden daha da yalnızlaştığını fark etmez. Toplum içinde derin bir şeyler bulamayan, yüzeysel ve sahte ilişkiler içinde bencillikleri gören ve kitleden uzaklaşan kişi de ister istemez Oblomov’un kaygılarıyla yüzleşir ve benzer hisler içinde olur. Bu kişiler içtenlikleriyle gizli ve sessiz bir hayat sürdürürler. Her dönem, her toplum kendi içinde Oblomov’larını ve flâneur'lerini yaratır.
'Yalnızsa, aylaksa onun nerede ineceği belli olmaz’ (22).
Notlar:
* Daha sonra Walter Benjamin denemelerinde Baudelaire’i ve Flâneur’ü ayrıntılı şekilde incelemiştir.
** Dandy’den ayrılan yanı buradadır. Dandy ‘zengin bir Herakles’tir (Baudelaire). Kalabalıktan tiksinir, sadece kendisiyle ilgilidir. Baudelaire ‘birini becermenin başka bir insana girmek arzusu olduğunu oysa sanatçının hiçbir zaman kendinden dışarı çıkamadığını’ belirtir. Flâneur kalabalıklara karşı dandy’den daha ılımlıdır. Onlardan tiksinmez, sadece kayıtsızdır. Baudelaire’de kendini bulan bu kişiliklerin ortak yanları ise hayatlarını sanat eseri yaratmakla harcamamaları, kendilerinin bir sanat eseri olmasıdır. Her ikisi de başkalarını şaşırtmaktan keyif alır ama kendileri hiç şaşırmazlar, estetik peşindedirler.
*** Walter Benjamin’in sanat kuramı, alegori kavramı
**** Oblomov Olga’ya aşıktır. Ama ondan ayrılır. Olga’nın kendisini neden bu kadar sevdiğini anlayamaz. ‘Olga beni sevebilir miydi? Niçin severdi? Bu bir aldanma olmasın? Hayır benim gibi bir adamı kimse sevemez.’ diye düşünürdü. Kişinin buna inanması kendi içindeki çatışmalarını da ortaya koyar. Normal biri olmadığını –o aylaktır, işsizdir, amacı yoktur-, dolayısıyla sevilmeye layık olamayacağını düşünür. Olga onun durumuna üzülür ’Sana kim beddua etti? Ne günah işledin? İyi yüreklisin, zekisin, duygulusun, soylusun. Ama gene de eriyip gidiyorsun. Seni için için yiyen nedir? Bu hastalığın bir adı yok mu? diye sorduğunda ‘Var, Oblomovluk’ cevabını alır.
***** Fransızca bir kelime olan flâneur'ün kadınlar için karşılığı flaneuse olsa da ben her zaman kadın erkek ayırt etmeden -1991 yılında ilk kez Uygarlık Tarihi, Sanatta Modernizm, Çağdaş Düşünce ve Sanat derslerimize giren Hilmi Yavuz'dan duyduğum- flâneur'ü kullanmayı tercih ettim. Kelimelerdeki dişi erkek ayrımını doğru bulmuyorum :).
***** Fransızca bir kelime olan flâneur'ün kadınlar için karşılığı flaneuse olsa da ben her zaman kadın erkek ayırt etmeden -1991 yılında ilk kez Uygarlık Tarihi, Sanatta Modernizm, Çağdaş Düşünce ve Sanat derslerimize giren Hilmi Yavuz'dan duyduğum- flâneur'ü kullanmayı tercih ettim. Kelimelerdeki dişi erkek ayrımını doğru bulmuyorum :).
Kaynaklar:
(1) Bürger, Peter, Avangard Kuramı, çev: Erol Özbek, İletişim, İstanbul, 2004, s: 118
(2) Benjamin, Walter, Pasajlar, çev: Ahmet Cemal, YKY, İstanbul, Ocak 2002, s: 220
(3) Benjamin. a.g.e., s: 149
(4) Teber, Serol, Melankoli, Normal Bir Anomali, Say, İstanbul, 2001, s: 328
(5) Benjamin. a.g.e., s: 143
(6) Baudelaire, Charles, Modern Hayatın Ressamı, çev: Ali Berktay, İletişim, İstanbul, 2003, s: 34
(7) Breton, Andre, Nadja, çev: İsmail Yerguz, Dost, Ankara, 2002, s: 53
(8) Atılgan, Yusuf, Aylak Adam, YKY, İstanbul, Ekim 2000, s: 41
(9) Atılgan, a.g.e., s: 103
(10) Atılgan, a.g.e., s: 117
(11) Breton, a.g.e., s: 62
(12) Gonçarov, Ivan, Oblomov, çev: S. Eyüboğlu, E. Güneş, İş Bankası Yay., İstanbul, Şubat 2000, s: 76
(13) Bachmann, Ingeborg, Otuzuncu Yaş, çev: Kamuran Şipal, Kavram Yayınları, İstanbul, 1998, s: 6
(14) Gonçarov, a.g.e., s: 83
(15) Gonçarov, a.g.e., s: 119
(16) Soren Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, çev. M. M. Yakupoğlu, Ayrıntı, İstanbul 2001, s: 47
(17) Gonçarov. a.g.e., s: 229
(18) Soren Kierkegaard, a.g.e., s: 82
(19) Miller, Henry, Rimbaud ya da Büyük İsyan, Kabalcı, İstanbul, 1994, s:104
(20) Soren Kierkegaard, Korku ve Titreme, çev: N. Ekrem Düzen, Ara, İstanbul, 1990
(21) Gonçarov, a.g.e., s: 209
(22) Atılgan, a.g.e., s: 141
NALAN YILMAZ, 2001.
2001 yılında yazıp daha sonra yeniden düzenleyip geliştirdiğim bu makalem 19 Temmuz 2004 tarihinde Hürriyet'in internet dergisi Agora'da yayınlandı.
*****Bu
sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak
gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek
alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir. 
Muhteşem bir makale olmuş. Flaneur sanırım aynı zamanda biraz zen budist . Çok beğendim .
YanıtlaSilbu yazı için söylenecek başka ne olabilir ki.
YanıtlaSilgerçekten muhteşem. insanın içini acıtıyor okurken. büyük ruhların yalnızlığı, acıları, dışlanışları...
yazan da bu büyük ruhlardan biri belli ki.