sanat tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sanat tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Şubat 2016 Pazartesi

Realist Ressam: Jean François Millet

Çiftçi bir ailenin çocuğu olan Barbizon Okulu kurucularından ve manzara ustalarından Jean François Millet (1814-1875) doğayı yücelten görünümlerle birlikte kırsal kesim insanını da resmettiği için Realisttir. Louvre Müzesi’nde İtalyan ressamlarını ve Fransız klasiklerini özellikle figürlü veya figürsüz manzaralarıyla ünlü Nicolas Poussin’i inceler. Fransa’da çalışan insanlar sanatçıların ilgisini çeker. Akademiye ve Romantizm’e karşı çıkan Millet Paris dışındaki alanlarda çalışanların duruşlarını, hareketlerini coşku ve heyecan katmadan olduğu gibi gösterir. Günlük ve çalışma hayatının her anını detaylarıyla verirken görülen gerçeğin aktarılmasını önemser. Resimlerinde Barbizon Okulu'ndan farklı olarak manzara içinde insan figürü ön plandadır. Aynı konuyu pek çok kez ele aldığı desenlerini ve kalın fırça darbeleriyle açıklı koyulu lekelerle ve ışıkla resimlerini oluşturur. 1864 yılından sonra topladığı Japon baskıları onun için esin kaynağı olur.

Millet’in kendi anılarından yola çıkarak yaptığı, en bilinen tablolarından küçük boyutlu ‘Akşam Duası’nda güneş batmak üzereyken, arka plandaki kilisenin çanı çalınca patates toplamayı bırakıp Angelus duasını eden köylüler görülür.
19. yüzyılda dua sahneleri ilgi gören konulardan biridir. Geniş düzlük bir arazide patetes hasatı yapan işçilerin etrafında sepet, çatal, çuval ve el arabası vb. nesneler yer alır. Sanatçı köylülerin günlük yaşamının değişmez ritimlerindeki kısa bir anı yakalayıp resmeder. Işık duruşları vurgularken yüzleri gölgede kaldığı için tam seçilemeyen kadın ve adamdan oluşan anıtsal iki figür içsel değerleri, Tanrı’ya saygıyı, toprağı, emeği ve çalışmayı simgeler. Orijinal adıyla L'Angélus 20. yüzyılda dünyaca ünlü bir ikon haline gelir...

21 Şubat 2016 Pazar

Gölbaşı - Trysa Mezar Anıtı’nda Kentaurlar

Kentauros ya da daha çok bilinen adıyla Kentaur belden yukarısı insan, aşağısı at olan, Mezopotamya kökenli karışık* yaratıklardandır. İlk olarak I. Ur Sülalesi Dönemi’nde (M.Ö. 2500-2350) ve Akad Dönemi’nde (M.Ö. 2350-2150) boğa-kentaurlar yanı sıra, Kassitler zamanında (M.Ö. 16 - 12. yüzyıl) Babil sınır taşları -kudurru- ile kanatlı, konik şapkalı ve kılıçlı olarak bir antilopu yakalarken silindir mühürler üzerinde görülür. Ayrıca Mitanni etkileriyle Orta Asur Dönemi’ndeki mühürlerde tasvirleri vardır. Kanatsız aslan gövdeli Urmahlullû Ninova’da Asurbanipal’in sarayındaki banyoyu kötü ruhlardan koruyucu görevini üstlenir. Gövdenin aslan olması sfenkse de yakındır ama sfenks kanatlı ve genellikle kadın başlıdır. Mezopotamya’da tasvirlerine rastlanan fantastik yaratıklardan Kentaur sonraki yüzyıllarda Suriye, Fenike, Anadolu, Girit - Miken ve özellikle Yunan sanatlarında çok karşılaşılan bir figür olur. Yakın Doğu ve Anadolu uygarlıkları etkili stilde -Orientalizan- M.Ö. 720’lerden itibaren en çok vazolarda, tapınak frizlerinde, altın levhalarda, bronz eşyalarda yer alan Kentauros çoğunlukla at bacaklarına sahiptir ama ön bacaklarının insan bacağı gibi gösterildiği örnekler de vardır.

1 Şubat 2016 Pazartesi

Arkaik Dönem Grifon Protomları

Mezopotamya kökenli karışık yaratıklardan grifonlara Yunan Sanatı'nda da özellikle Doğu etkilerinin görüldüğü M.Ö. 8. yüzyıl sonlarından itibaren sıklıkla rastlanır. Lahitlerde, tapınak frizlerinde, vazolarda, bronz eşyalarda, takılarda ve sikkelerde tasvirleri yer alır. Ayrıca hayvan figürünün üst bölümü olarak dekoratif amaçlı protomlarda da görülür. Çoğunlukla büyük bronz kazanların kenarlarını süsleyen kulp işlevleri vardır. Üstün bir işçilik örneği olan dökme veya çekiçlenmiş grifon başları Olimpia, Etruria, Delfi ve İyonya'da bulunmuştur. Mezopotamya ve Anadolu etkilerini göstermekle birlikte Yunan tasvirlerindeki korkutucu grifonlar; genellikle ağızları açık kartal başlı, gagalı, kanatlı ve aslan gövdelidir.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri'ndeki 8.5 cm yüksekliğinde bronz bir protomda ağzını ve gözlerini şiddetle açmış grifon boynunun altındaki geniş yuvarlak kısmıyla kazana bağlanır. Böylece kulp işlevi görür.  Milet'te bulunan ve M.Ö. 7. yüzyıl ilk çeyreğine tarihlenen bu protomun alnının üzerinde yuvarlak bir topuz, kırık eşek kulakları, boynuna inen kıvrımlı saç lülesi dikkati çeker. Yüzü ve boynu balık pulu biçimindedir.

20 Ocak 2016 Çarşamba

Ahşap Kapıların Gizemi

“…Ne varsa yarım kalmış, geleceğindir / Bir kez girilmiş sokaklar / Açılmamış kapılar…” Cemal Süreya

Mimaride en basit tanımıyla duvar veya bölme boşluğunu geçmek için kullanılan ve açılıp kapanabilen kapılar hep bir gizem taşırlar ve merak uyandırırlar. Kapalıysa ve kilitliyse dışarıda kalanlara ardında barındırdıklarını zihinde canlandırmak düşer. İçeridekiler içinse güven duyulan, dışarının olumsuzluklarından koruyan bir görevi vardır. Sığınaklarımıza girişi sağlayan kapı kapanınca insan gösterişsiz, sade, kendi halinde olmaktan memnun, dış dünyanın gerektirdiği rollere bürünmeden alıştığı, rahat hissettiği dünyaya, yalnızlığına ve içine çekilir. Demir ve çelik kapılar dış dünyadan korunmak için daha sağlam görünmekle birlikte soğuk ve ruhsuzdurlar. Oysa ahşap kapılar geniş kullanım olanağı sağlayan  malzemesinin uyandırdığı etkiyle çevre dostu, geri dönüştürülebilir, sağlıklı, canlı, daha zarif ve estetiktirler. Bazen demir ustalarının yaptıkları da ferforje olarak belli bir dekoratif etki uyandırır ama geçmişten geleceğe açılan ahşabın doğallığına ve sıcaklığına yaklaşamaz. 


6 Ocak 2016 Çarşamba

ZERO ile Yeni Bir Başlangıç 2

Heinz Mack monokrom resimlerinde dinamizm hissi oluşturmak için yüzeyi titreşimliymiş gibi gösteren seri çizgiler uygular. Yine düz yüzeylerde ve disklerde cam, kontrplak, mukavva ve motorla kinetik etki sağlar. “Bizim ‘titreşim’ dediğimiz, gözlerimizin estetik olarak deneyimlediği, sürekli hareketin bir ifadesidir. Çalışmanın yaşamı ve soluğu olan hareketin ahengi, ruhumuzu titreştirir.” 1991 yılında saf ve parlak renkli soyut kompozisyonlarında renk, ritim, ışık ve titreşim ilişkilerini inceler.  Taş, metal, ahşap, alüminyum, alçı, kum, cam veya seramik malzemeli ışıklı ve hafif kinetik geometrik heykellerinde dinamik hareket, strüktür ve ışığı görselleştirir. Sabancı Müzesi’ndeki denize bakan terastaki altın renkli ‘Dokuz Sütun Üzerindeki Gökyüzü’ adlı anıtsal yerleştirmesi gün ışığının ve ayın yansımalarıyla göğe doğru yükseliyor.

2 Ocak 2016 Cumartesi

ZERO ile Yeni Bir Başlangıç 1

Sakıp Sabancı Müzesi’nde 2 Eylül’de açılan ve 10 Ocak’a kadar gezilebilecek olan ‘ZERO. Geleceğe Geri Sayım’ adlı sergide Heinz Mack, Otto Piene, Günther Uecker, Yves Klein, Piero Manzoni ve Lucio Fontana’nın farklı tekniklerdeki mekân yerleştirmeleri, resim ve heykelleri bulunuyor. Küratörlüğünü ZERO Vakfı Kurucu Yöneticisi Mattijs Visser’in yaptığı sergi zaman, uzam, ışık, ateş, renk, hareket, titreşim gibi doğadaki güçler üzerine yoğunlaşıyor.

1956’da Fransız sanatçı Yves Klein yoğun bir mavi tonunu monokrom kullanarak geniş alana yayılan çerçevesiz resimler yapar. Patentini aldığı ‘Uluslararası Klein Mavisi’ denilen bu parlak tonu çeşitli nesneler üzerine de uygular. Ateşten heykeller yapar, kadın bedenlerini fırça olarak kullanır, yeni bitirdiği tablosunu yağmurda dolaştırır. Sanat ve yaşam arasında bağ kurmaya çalışan sanatçının 1958’de Paris’teki ‘Boşluk’ adlı sergisinde tüm mekânda sadece pencereler mavi, boş bırakılan iç mekân ise beyazdır. Mavi kumaş perde asılı girişten geçen ve mavi kokteyl ikram edilen ziyaretçiler sadece 2-3 dakika boş mekânda kalırlar. Renk aracılığıyla mekânla özdeşleşme ve özgürleşme yaşadığını belirten Klein’ın saf rengi vurgulayan yoğun pigmentli, tinsellik ve özgürlük duygusu veren, düşünsel yönden güçlü çalışmaları ZERO sanatçıları üzerinde etkili olur.

15 Aralık 2015 Salı

Şeker Ahmet Paşa'nın Manzara ve Natürmortları - 2

Şeker Ahmet Paşa manzara ve natürmort resimleriyle tanınan ilk önemli Osmanlı sanatçılarındandır. Paris’te kaldığı süre içinde aldığı klasik eğitimin yanı sıra sanat olaylarını da takip eder. Türkiye’ye döndükten sonra Barbizon Okulu, Corot ve Courbet etkisinde resimler yapar. Köylü ve eşeğinin doğa içinde çok küçük olarak tasvir edildiği Ormanda Oduncu resminde ormanın gizi ve ağaçlar romantik bir ışıkla verilmiştir. Mistik bir atmosferin hakim olduğu ve doğanın yüceltildiği titiz bir çalışma örneği olan kompozisyonda zaman durmuş gibidir. Kır Peyzajı, Ceylan ve Ormanda Koyun Sürüsü gibi resimlerinde hep dikkatli doğa gözlemleri fark edilir. Ancak nesneler fotoğraf gibi birebir ve ayrıntılı olarak aktarılmamıştır. Resimlerde içtenlik, romantik bir anlayış, masalsı ve düşsel bir görünüm belirgindir.  


2 Aralık 2015 Çarşamba

Hititler’in Gölgesinde - 4 - Şapinuva - İncesu Kanyonu

Çorum'da ilk gün Çorum Müzesi, Alacahöyük, Hititler'in başkenti Hattuşa ve açık hava tapınağı Yazılıkaya gezilerimizden sonra ikinci gün Şapinuva, İncesu Kanyonu ve İskilip'e gitmeye karar verdik. Sabah 9.00 da otelden ayrılıp Şapinuva'nın bağlı bulunduğu Ortaköy'e hareket ettik. Muhteşem manzaralar eşliğinde bir ara görüş mesafesinin birkaç metreye indiği sise doğru çok güzel bir yolculuktan sonra Ortaköy'e ulaştık. Hitit ve Roma dönemlerine ait kalıntıların bulunduğu bölgeye daha sonra Orta Asya'dan üç kavim halinde gelen Türkler yerleşmiş. Ortaköy'e 3 kilometre uzaklıktaki Şapinuva Hititlerin önemli bir askeri ve dini merkeziymiş. M.Ö. 13. yüzyıldan II. Murşili'ye ait bir metinde Şapinuva'dan söz edilir: "İlkbahar olduğunda Hattuşa'dan dışarı gittim... AN.TAH.SUM (şar)* bitkisini tanrıların huzuruna koydum. Şapinuva'daki birlikleri teftiş ettim ve orduma öncülük ettim."

27 Kasım 2015 Cuma

Hititler’in Gölgesinde - 3 - Yazılıkaya

...M.Ö. 16 - 13. yüzyıla tarihlenen ve etrafı yüksek kayalıklarla çevrili Açık Hava Tapınağına ilerleyince gördüklerimiz karşısında son derece heyecanlanıyoruz. Mutluluk, şaşkınlık, hayranlık hepsini birden duyumsuyoruz. Biraz abartı varmış gibi algılansa da gerçek şu ki ‘anlatılamaz, yaşanır’ denilen anlardayız. Özellikle Küçük Galeri olarak adlandırılan Oda B’deki kabartmalar, içinde bulunulan ortam, dar girişe ve kayalara vuran güneş ışığı gizemli ve olağandışı bir deneyim yaşatıyor. Hitit kralları ya da tanrıları bizi izliyor gibi hissediyoruz ve hiçbirimiz bu doğal kutsal ortamdan ayrılmak istemiyoruz. Akşamın en güzel saatinde, güneş ağaçların ardından süzülen ışıklarıyla uzaklardaki tepelerde olağanüstü görünümlerle batmak üzereyken, Hititler’in dünyasına girdik. Tekrar zihnimde canlandırdığımda bile tuhaf bir sezgiyle orada dolaşıyorum sanki. Üstelik Hattuşa ve Yazılıkaya’ya yeniden gitme isteği de duyuyorum. 

22 Kasım 2015 Pazar

Hititler’in Gölgesinde - 2 - Hattuşa

Anadolu’da adı bilinen ilk halk olan Hattiler’le ve onlardan büyük oranda etkilenen ilk merkezi devlet kuran Hititler’le dolu geçen günümüze beş heyecanlı ve başı dönmüş yerli tarih gezgini olarak devam ediyoruz. Yarım saatlik yolculukla bu kez Hitit İmparatorluğu'nun M.Ö. 17 ile 13. yüzyıllar arasında başkenti olan ve sanat ile mimaride gelişme gösteren Boğazköy olarak da bilinen Hattuşa’ya geliyoruz. Ne yazık ki gezmek için bir saatten biraz fazla zamanımız var. Müzekart’larımızla geçiş yapıp hemen aracımızla 2 kilometrelik geniş alana yayılı ve zamanında 6 kilometrelik surlarla ve kulelerle çevrili kalıntılara doğru yol alıyoruz. 8 metre yüksekliğindeki surların 65 metrelik bölümü 2003 yılında Türk, Alman ve Japon arkeologlar tarafından o çağın teknikleriyle aslına uygun olarak yeniden yapılmış.

Askeri, politik ve dinsel gücün yönetildiği 3500 yıl öncesinin merkezinde 5 kültür katı ortaya çıkarılmış. Bu katlarda Hatti, Asur, Hitit, Frig, Galat, Roma ve Bizans dönemlerinden kalan kalıntılar bulunmuş. Aşağı Kent  -kuzey tarafı-, Yukarı Kent, kraliyet sarayının bulunduğu Büyük Kale'yi içine alan Hattuşa’da Aslanlı Kapı, Kral Kapısı, gizli tüneliyle Yerkapı, Sfenksli Kapı, kent duvarı ve büyük tapınak kalıntıları, yeşil taş, Nişantaşı, Hiyeroglifli Oda görülebilecek yerler arasında. Hattuşa’nın kalıntılarının çoğu M.Ö. 13. yüzyıldaki yeniden yapılanma döneminden.

16 Kasım 2015 Pazartesi

Hititler’in Gölgesinde - 1 - Çorum Müzesi - Alacahöyük

Arkeoloji sevgim arkeolog olacağımı sanarak başladığım üniversitede Sanat Tarihi eğitimi almama rağmen hiçbir zaman bitmedi. Antik yerleri görme heyecanım ve isteğim bir Van Gogh tablosunu görmekle aynıydı. Sanat Tarihi’nde en çok milattan önceki kültürlerle 19. ve 20. yüzyıl resim sanatı ilgimi çekti. Üniversite yıllarında eski uygarlıklara yönelik genellikle Yunan, Roma, biraz da Mezopotamya ve Mısır ağırlıklı dersler gördük ama Anadolu’nun ilk devleti olan Hititler üzerinde nedense fazla durulmamıştı. Zaten lisans derslerinde çok ayrıntılı bilgiler edinmeyi beklemek de doğru değildi. İlgilenilen konular daha sonra kitaplardan, dergilerden, makalelerden incelenebilirdi ya da o alana yönelik sempozyumlardan takip edilebilirdi.

M.Ö. 1750-1200/700 yılları arasına tarihlenen zaman diliminde, Hattiler’in (MÖ 2500-2000/1700) ülkesinde güçlü bir imparatorluk kuran Hititler, Anadolu topraklarının en önemli uygarlıklarından biri. Hep aklımın bir köşesinde olduğu halde Hititler’in başkenti Hattuşa’yı görmeyi bugüne kadar niye erteledim bilmiyorum. Yazın okuduğum Buket Uzuner’in Toprak adlı romanı Hattuşa’ya, Alacahöyük’e ve Yazılıkaya’ya artık gitmem gerektiğini bir kez daha öne çıkardı. Üstelik Anadolu’daki antik Yunan ve Roma yerleşimlerinin pek çoğunu gören, mitolojilerini bilen biriyken onları fazlasıyla etkileyen Hititler’inkileri neden daha az biliyor oluşumu da sorgulattı. Kültürel gezileri birlikte yaptığımız arkadaşlarımla iki ay önceden biletlerimizi alıp iki gün Amasya, iki gün Çorum gezisi planladık. Aynı ekiple ilkbaharda Anadolu Selçuklu Devleti’nin (1075-1308) başkenti Konya’ya gitmiştik. Selçuklu yapıları ve eserleri, Mevlana Müzesi çok önemliydi ve binlerce yıl öncesine dayanan tarihiyle Çatalhöyük de öyle. 

18 Ekim 2015 Pazar

Bizans Saray Mozaikleri

‘Büyük Saray Mozaikleri Müzesi’ İstanbul’da Bizans mozaikleri açısından önemli bir müze ancak çok fazla bilinmiyor. Öyle ki çok yakınında Sultanahmet Cami, Hipodrom (Sultanahmet Meydanı), Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya Müzesi, Topkapı Sarayı gibi tarihi yapıları ve meydanları binlerce kişi gezerken, mozaik müzesinde ziyaretçiler birkaç kişiyle sınırlı kalıyor. Sadece meraklı turistler, Bizans sanatıyla ilgili araştırmacılar, arkeoloji ve sanat tarihi öğrencileri tarafından ziyaret ediliyor. Oysa 1500 yıl öncesinin Bizans resmine de ışık tutan değerli eserleri barındırıyor.

16. yüzyılda Alman Hieronymus Wolff’un ilk kez kullandığı ve 19. yüzyılda batılı tarihçiler tarafından benimsenen ‘Bizans’ tanımlamasıyla Doğu Roma İmparatorluğu aslında Hıristiyanlaşmış Roma İmparatorluğu’dur. Doğu Romalılar kendilerini Romaio ve Romans olarak adlandırmışlardır. (Bugünkü Rumlar da sanıldığı gibi Yunan kökenli değil, Doğu Romalıdır.) Roma İmparatoru I. Konstantin 330’da başkenti eski bir Yunan kenti olan Byzantion’a taşıyarak buraya Yeni Roma adını verir. Sonraki yıllarda Konstantin’in şehri anlamında Konstantinopolis adını alır.

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Sanat Tarihinde Ekfrasis

Ekfrasis en basit tanımıyla bir görsel sanat çalışmasının yazılı veya sözel anlatımıdır. Görseli açıklamanın ve Batı sanatıyla ilgili yazmanın özel ve en eski örneği olan ve ek ile phrasis kelimelerinden türeyen sözcük Yunanca kökenlidir. Görüntü ve yazın arasında bağ kuran ekfrasis detaylı ve derinlemesine anlatmak anlamına da gelir. Amaç tanımlanan görünüşü okuyucunun karşısındaymış gibi algılatmaktır. Antik dönemde herhangi bir şeyi açıklamak olarak da kullanılır. Bazen söz edilen şey hayalidir; yazarın hayal gücü ve yazma yeteneğiyle var olur. Okuyucu veya dinleyici için konunun gerçek ya da uydurma olmasının önemi yoktur. Genellikle metinler sanat tarihsel ifadeler gibi olmak zorunda değildir. Retorik derslerinde öğrencilerin düşünme ve yazma alışkanlıkları oluşturması içindir. Retorikçiler zamanla resim, heykel ve mimari gibi konuları daha çok tercih ederler.

Antik dönemde Yunanlı filozoflar Sokrates, Platon, Aristoteles ekfrasisi gerçek dünyadaki bir nesnenin sanat yapıtıyla ifade edilmesi olarak ele alırlar. Sokrates Phaidros ile söyleşisinde yazı yazmayı resim yapmaya benzetir. "Ressamın yapıtı gerçeğin kendisi gibi gözlerimizin önünde durur ama onu sorgularsan, derin sessizliğini korur. Yazılı kelimeler için de böyledir aslında. Akıllılarmış gibi seninle konuşurlar ama anlattıkları hakkında daha fazla bir şeyler öğrenmek için soru yöneltirsen söylediklerini sonsuza kadar yinelerler." Ressam şekil ve renklerle bir nesneyi taklit ediyorsa, o nesneye ad verilerek de ses, hece ve kelimelerle özleri taklit edilir. Şiir ve resim birbirini tamamlar. Platon’a göre ressam ağaç resmi yaptığında bu varlık bakımından üçüncü sıradadır ve o yüzden değersizdir. İlk sırada zihinde kavranabilen idea vardır, daha sonra onun kopyası ve görünüşler dünyasına ait olan ağaç yani nesne ve son olarak da onun da kopyası resimdeki ağaçtır. Resim görünenin yansımasıdır. Bu da taklit yani mimesis’ten başka bir şey değildir. Platon için gençlerin yetiştirilmesinde araç olan sanat eldekinin biçimlenmesidir.

22 Mayıs 2015 Cuma

Selçuklu'nun ve Mevlana'nın Kenti Konya - 1

Anadolu Selçuklu Devleti'nin ve Karamanoğulları Beyliği'nin başkenti, Mevlana'nın şehri Konya'yı ne zamandır görmek istiyordum. 6 ay öncesinden arkadaşlarımla biletleri aldık ve Mayıs'ın üçüncü Pazar günü Türkiye'nin sanayisi gelişmiş büyük şehirlerinden biri olan Konya'ya uçtuk. Havaalanından önceden kiraladığımız arabayla Mevlana Müzesi'ne çok yakın olan kentin merkezindeki Rumi Otel'e geldik. Oteldeki odadan ve terastan müze ve yeşil kubbesinin görülmesi de hoş bir sürpriz oldu. Erken akşam yemeğimizi otelin terasında yedikten sonra Sille köyüne hareket ettik.

Sille, Konya merkeze 8 km uzaklıktaki, Frigya, Roma, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yerleşimin olduğu eski bir köy. Adı Yunan mitolojisindeki Silene'den geliyor. Ayrıca kaynayıp, coşup akan su anlamında Silenos'tan geldiği de ileri sürülüyor. Sille antik dönemlerden beri ticari ve kutsal yerlere giden yollar üzerinde yer aldığı için önemini korumuş. Sit alanı olan küçük ve şirin köyde volkanik kayalara oyulmuş kiliseler, 371 tarihli restore edilmiş Aya Elenia Kilisesi, eski ve otantik ahşap ve taş malzemeden yapılmış Rum evleri, köprülü Sille Çayı, baraj, Karataş Cami, Ak Cami, Mormi Câmi, Şeytan Köprüsü, el yapımı ürünlerin sergilendiği sanat atölyesi, eski bir şapel olan Zaman Müzesi, bir kısmı müze olan Sille Hamamı, testi ocakları görülebilecek yerler arasında. Akşam saati gittiğimiz köyde küçük bir gezinti yaptık: içlerinde mezarlar olan, bakımsız iki üç katlı mağaraların ve kilisenin çevresinde, köy içinde taş sokaklarda dolaştık. Aya Elena kilisesinin içine giremedik. Güneş batınca da ışıklandırmayla başka bir havaya bürünen köydeki Silenos Cafe'nin terasında çay, kahve içip hoş ve bol kahkahalı zaman geçirdik.

10 Mayıs 2015 Pazar

Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar “Biz Mektup Yazardık” Sergisi’nde!

İş Sanat Kibele Galerisi’ndeki “Biz Mektup Yazardık” Sergisi geçmişi günümüze taşıyor.

Bursa’nın ufak tefek yolları
Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
Tepeden tırnağa şiir gülleri
Yiğidim aslanım burda  yatıyor

İşte mürekkep bu dizelerdeki gibi damlar Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kaleminden… Sanatçı, 64 yıllık hayatına sığdırdığı sanat tutkusunu, aşklarını, sevinçlerini, hüzünlerini, dostluklarını çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Anadolu’nun naifliğiyle yakın dostu Nâzım Hikmet’e yazdığı bu dizelerdeki gibi aktarır kâğıda ve tuvallere… Onun şiirlerindeki ve tablolarındaki narlar, dutlar, ayvalar kimi zaman sevdiği kadına duyduğu özlemi kimi zamansa amansız bir kara sevdayı anlatır. Babasından Batı Edebiyatı’nı, annesinden Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı öğrenen sanatçı Anadolu’nun toprak damlı evlerinden, İstanbul’un martılarından, köpüren denizinden, Âşık Veysel’in sazından dem vurur.

Bedri Rahmi Eyüboğlu iç dünyasını tuvallere ve şiirlere aktarırken sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının önemli isimleriyle gerçekleştirdiği, yaşadığı döneme ışık tutacak mektuplaşmaları da tarih yolculuğundaki yerlerini alıyor.  Güzel Sanatlar Akademisi’nde başlayıp Paris’te süren eğitim hayatından, resim tutkusunun peşinden gittiği Anadolu’daki yurt gezilerine kadar sanatçının yaşamından birçok kesiti yansıtan mektuplar, “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi ile İş Sanat Kibele Galerisi’nde ilk kez gün yüzüne çıkıyor.  Sergi, hem sanatçının kaleme aldığı hem de kendisine gelen yüzlerce mektubun Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından uzun soluklu ve titiz bir çalışma ile kitaplaştırılmasına paralel olarak hayata geçiriliyor. Sanatçının gelini Hughette Eyüboğlu’nun hazırladığı, editörlüğünü Rûken Kızıler’in üstlendiği kitabın ve serginin tasarımı Emre Senan tarafından gerçekleştirildi.

Resim-Edebiyat İlişkisi ve Eskiz Defteri Sergisi

Sanat tarihinde edebiyat, müzik, sinema, resim, mimari, heykel ve diğer sanat dalları arasında etkileşim olduğunu görürüz. Sanatçı kendisini çevreleyen pek çok şeyden esinlenebilir. Çok yönlü Rönesans sanatçıları birden çok sanat dalında yetkindirler: Düşünür, mimar, mucit, matematikçi, anatomist, müzisyen, heykeltıraş, yazar, ressam Leonardo da Vinci; ressam, heykeltıraş, şair, mimar Michelangelo; mimar, müzisyen, oyun yazarı, ressam, kuramcı Leon Battista Alberti vb. isimler sayılabilir. 20. yüzyılda Wassily Kandinsky, Franz Kupka gibi bazı ressamlar müzikten etkilenir. Arnold Schönberg, Paul Klee, Semiha Berksoy -opera sanatçısı- hem müzisyen hem ressamdır. 20. yüzyıl başlarında Almanya’da kurulan, Rönesans atölyelerini örnek alan ve plastik sanatları bir bütün olarak düşünen Bauhaus Okulu’yla farklı sanat disiplinleri iç içe geçer.

Resim ve edebiyat ya da yazı arasındaki ilişki ve kitap resimlemenin geçmişi ise Çin, Orta Asya ve Mısır’da M.Ö. 2. yüzyılda ilk kez uygulanan minyatürlü el yazmalarına kadar dayanır. Daha sonra Yunan, Roma, Avrupa, İslam, Selçuklu, Osmanlı’da yüzyıllar boyunca bu geleneğe devam edilir. İngiliz William Blake (1757-1827) şair, ressam ve gravürcüdür. Şiirleri ve resimleri düşsel ve doğaüstü bir dünyaya davet eder. 19. ve 20. yüzyılda kısa süreli akımlar ve okullar içinde ressamlar, mimarlar, heykeltıraşlar, tasarımcılar ve yazarlar birlikte hareket ederler. 19. yüzyılda İngiltere’de birlik oluşturan Ön-Raffaellocu ressamlar doğayı yansıtmakla beraber edebiyattan, şiirden yola çıkıp resimler yaparlar. Bu resimlerin çoğunda şiirsel bir atmosfer dikkat çeker. Fransa’da Romantik ve Sembolist ressamlar için edebiyat önemlidir. Dönemin bohem ressamları, şairleri ve yazarları yakın dostturlar. Fransız şair Charles Baudelaire ‘Salon Sergileri’ ile ilgili eleştiri yazıları kaleme alır. Arkadaşı Eugene Delacroix Faust ve Hamlet; Honore Daumier Don Kişot ve Gargatua’dan konuları çizgilerle ve renklerle tuvale ve kağıda aktarırlar. 19. yüzyılda gravürlü kitaplar da yaygındır. 1936’da Sürrealistler 19. yüzyıl şairi Lautreamont’un ‘Maldoror’un Şarkıları’ adlı kitabını görselleştirirler. Aşkı, özgürlüğü ve şiirsel imgeyi önemseyen Sürrealistler için Fransız şairlerinden Lautreamont ve Rimbaud öncülerdendir.

29 Nisan 2015 Çarşamba

Ressam Nazmi Yılmaz'ın Sergileri

Hayattan ayrılışının 11. yılında sevgi, saygı ve özlemle anıyorum.

Ressam Nazmi Yılmaz (23 Ocak 1944, İstanbul - 29 Nisan 2004, İstanbul)  

Kişisel Sergileri 

1-   12 Şubat - 1 Mart 1982, Tünel Cep Galeri, İstanbul 
2-   5 - 30 Kasım 1982, Tünel Cep Galeri, İstanbul 
3-   14 Ekim - 5 Kasım 1983, Tünel Cep Galeri, İstanbul 
4-   Mayıs 1984 Tünel Cep Galeri, İstanbul 
5-   3 - 24 Kasım 1984, Sevimce Sanat Galerisi, Fenerbahçe, İstanbul 
6-  15 Şubat - 6 Mart 1985, Siyah - Beyaz Sanat Galerisi, Kavaklıdere, Ankara 
7-  24 Nisan - 10 Mayıs 1985, Cüzzamla Savaş Derneği, İstanbul 
8-   14 Mayıs - 7 Haziran 1986, Vepa Sanat Galerisi, İstanbul 
9-    4 - 22 Nisan 1987, Tünel Sanat Galerisi, İstanbul 
10-  8 - 22 Ekim 1987, Füzen Sanat Galerisi, İzmir 
11-  24 Mayıs - 10 Haziran 1988, Siyah - Beyaz Sanat Galerisi, Ankara 
12-  7 - 27 Ekim 1988, Bütün Zamanlar Sanat Galerisi, Bakırköy, İstanbul 
13-  24 Mart - 12 Nisan 1989, Tünel Cep Galeri, İstanbul 
14-  1 - 14 Aralık 1990, Üsküdar Belediyesi Sanat Galerisi, İstanbul 
15-  15 Şubat - 11 Mart 1992, Ürün Sanat Galerisi, Tünel, İstanbul 
16-  7 - 26 Aralık 1992, Büyükşehir Belediyesi, Taksim Sanat Galerisi 
17 -  23 1992, 1993, 1994, 1995, 1996, 1997, 1998 Efes Müzesi ve Efes Celsus Kitaplığı, İzmir 
24-  17 Eylül - 5 Ekim 1993, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Sanat Galerisi, İzmir 
25-  7 - 27 Ekim 1994, Tünel Cep Galeri, İstanbul 
26-  6 - 29 Aralık 1995, Atatürk Kitaplığı, Taksim, İstanbul 
27-  1996 D.Y.O. Sanat Galerisi, İzmir 
28-  20 Mayıs - 5 Haziran 1998, Barometre, Beyoğlu, İstanbul 

10 Nisan 2015 Cuma

Fransız Realist Ressamları

19. yüzyılın ortalarında Gustave Courbet, Honoré Daumier ve Jean François Millet'nin içinde bulunduğu Realizm çağdaş Batı resminin oluşmasına bir hazırlık gibidir. Gerçekler karşısında hayal dünyası değil doğa bilimi ve teknik kurallar geçerlidir. Doğanın değerini bilerek sevgi duyarlar. Düşsel romantik manzaraların veya tarihsel konuların yerini yaşanılanlar alır. Antik Yunan, Roma veya Hıristiyan konularına, mitolojiye, kahramanlıklara yer veren, ‘sanat sanat içindir’ diyen, belirli kurallar içinde idealist ve mükemmeliyetçi Klasisizm ile geçmişe özlem duyan, duyguları ve coşkuyu önemseyen, simgesel ve melankolik Romantizm sonrası Realizm kolay benimsenmez. Küçük bir sanatçı grubu arasında kalır. Çoğu kişi fotoğraf gibi olduğunu düşünür. Oysa bireyselliklerinin yansıdığı bağımsız tarzlarıyla bu üç gerçekçi sanatçı salonlarda sergilenen resimlerin aksine Paris’in hızla modernleşen kent ve kırsal hayatını gösteren, eleştirel, anlamlı, içten, içerik açısından zengin ve yaşayan sanatın yanındadırlar.
Gustave Courbet, Ressamın Atölyesi,1855

2 Nisan 2015 Perşembe

Dolmabahçe Sarayı'nın Süsleme Özellikleri

Dolmabahçe Sarayı
19. yüzyılın ortasında Padişahların oturması için yaptırılan Dolmabahçe Sarayı'nın iç ve dış bezemelerinde Batı'ya yakın eklektik anlayıştan söz edilebilir. Sarayda Rönesans, Barok, Rokoko, Ampir, Neo-klasik gibi akımların özelliklerine uygulanır. Sütunların başlıklarının birinci ve ikinci katta farklılık göstermesinde ve bodrum katı pencere özelliklerinde Rönesans etkileri görmek mümkündür. Yapıların iki ana kat ve bir bodrum katından oluşması da Rönesans saraylarının örneklerini hatırlatır. Ancak Rönesans sarayları bu derece süslü cephelere sahip değildir. Sarayın cephe süslemelerinde S ve C formları, bitkisel formlar, kapıları taçlandıran bölümlerde ve kulelerde kıvrımlı kesik alınlıkların ortalarının motiflerle bezenmesi, yan kanatların oval olması ve bol süs Barok ve Rokoko özelliklerdir. Yuvarlak motifler, girland motifleri, çerçeve içinde bloklanmış yazılar, podyum üzerinde sütunlar, kilittaşının belirginliği, anıtsal görünüm, Zafer Takını andıran kapı girişleri, üçgen alınlıkta motifler, simetrik düzen, boş bırakılmış dikdörtgen alan gibi Ampir ve Neo-klasik ögelere de yer verilir. Kapıların ve Muayede Salonu cephesinin çok süslü olmasında İspanyol saray ve katedrallerinin süslemesiyle benzerlik kurulabilir. Magrib mimarlığında içte ve dışta yoğun bezeme kullanılır. 14. yüzyılda inşa edilen El Hamra Sarayı bu üslubu en iyi temsil eden örnektir. İspanyol Barok saray ve katedrallerinin bol süslü olmasında Magrib üslubunun etkileri de vardır.



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...