25 Aralık 2009 Cuma

Gerard de Nerval'dan Dizeler

Siyah Nokta

Kim ki güneşe sürekli bakıp durur
Mor bir lekenin uçuştuğunu görür
Gözlerinde, çevresinde ve havada.
Bir zamanlar çok genç ve gözüpektim,
Utkuya bir an sabit gözlerle baktım;
Aç bakışımdan kara bir nokta kaldı.
O gün bugün, bir yas işareti gibi
Görürüm her yerde o siyah lekeyi
Karışır her şeye, gözümün daldığı!-
Nedir bu? Mutlulukla arama giren!
-Yazık bize! yalnız kartal bakabilen
Kazasız belasız utkuya ve güneşe...   s: 187

Yaldızlı Dizeler

Elbette duyarlı her şey! Pythagore
İnsan! özgür düşünür - sen misin tek düşünen
Yaşamın her nesnede açıldığı dünyada:
Elindeki güçlerde özgürlüğün var ama,
Verdiğin öğütlerin tümünden başka evren.
Her çiçek ayrı ruhtur doğadan filizlenen;
Saygı duy hayvandaki devinip duran ruha!...
Her şey duyarlı; her şey senden güçlüdür daha
Bir aşk gizemi vardır her madende dinlenen:
Bir göz seni izliyor kör bir duvarda bile:
Unutma, madde varsa ona bağlı söz de var...
Kullanma nesneleri softa bir amaç ile.
Her karanlık varlıkta gizli bir Tanrı yaşar;
Ki O'nun gözlerinden yeni bir göz doğuyor
Taşların kabuğunda bir tanrı çoğalıyor.         s: 193

Kitabe

Bazen mutlu, şen şakrak sığırcık kuşu kadar
Sevda dolu, tasasız, sevecen ve duyarlı,
Bazen dertli Cliandre gibi dalgın, hülyalı
Yaşarken, bir gün kapısı çalındı, gelen var.
Ölümdü karşısındaki, yalvarıp yakardı,
Dedi: "Son şiirime noktayı koyayım, izin ver"
Ve hiçbir şey yapmadan, ordaki soğuk ve dar
Bir sandığın dibine uzandı, üşüyordu.
Söylenenlere bakılırsa hayli tembeldi
Sık sık kuruyordu hokkasında mürekkebi
Tek şey öğrenemedi çok şey bilmek isterken.
Vakit geldi, şiirine eksik noktayı koydu
Bir kış günü elinden alındı yorgun ruhu
Çekip gitti söylenip: "Niye gelmişim ki ben?"   s: 195

Alkan, Erdoğan, Düş Gezgini, Gerard de Nerval, Broy, İstanbul, 1994.

21 Aralık 2009 Pazartesi

Bird Calling - Bird Keeper


Saige Roberts'ın Bird Calling ve Bird Keeper adlı çalışmaları çok güzel. Aslında illüstrasyonlarının çoğunu beğeniyorum. Bir süredir web sitesine ve bloguna girilemiyor. Yine de adresini yazayım: http://www.onepurpleday.com/. Başka bir artwanted.com'da diğer çizimlerini görmek mümkün.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Hiç Kimse

Hiç Kimse

Hayal edilen adaya /  Benim evime /  Yaptığım yolculuk sırasında  /  tarihi kişisel bir öykü yaşadım  /   canavarlara ve deniz kızlarına  rastladım. /  Tek gözlü insanlara rastladım  /  Ve "Adın ne, sen kimsin?" sorusuna  /   "Hiç kimse" diye yanıt verdim.  /  Hiç kimse".  / Denizde kayboldum ben  /   Rüzgar tanrısı gemimi batırdı  /  bir başka gemi yapıp yola çıktım  /   Yoldaşlarım dört bir yana dağıldı  /   Sadece yolculuğu düşünerek  /   Yeniden yola koyuldum  /  Her seferinde bir son ve bir başlangıçtı.  /    Issız bir sahilde gözümü açtım  / Ve haykırdım: "Ben kayboldum  /  Bu ada hangisi? Bu kent hangisi?  /  Bir ses bana yanıt verdi:  /  "Bu senin adan değil...  /  Ve yolculuk daha bitmedi."  /  Artık şunu biliyorum:  / Sonum, benim başlangıcımdır!

Theo Angelopoulos  
 


9 Aralık 2009 Çarşamba

Sanat Tarihinde Avangard Bir Sanatçı: Oskar Kokoschka

New York’taki Neue Galerisi’nde* yaz ortasında açılan ve yağlıboya portreleri yanı sıra grafik çalışmalarından da bir seçkinin yer aldığı sergisi nedeniyle gündeme gelen Oskar Kokoschka (1886-1980) 20. yüzyılın önemli sanatçılarından biridir. Babası Çek’tir ve Prag’ın bilinen kuyumcu ailesinden gelir. Babanın iflası ile mali krize giren aile Viyana’ya yerleşip sınırlı imkanlarla geçinir. Kokoschka önceleri sanatla ilgili değildir. Kimya okumak ister ama Viyana Sanat ve El Sanatları Okulu’nda eğitim görür. Litografi, çizim, ciltleme ve diğer sanat tekniklerini öğrenir. Gençliğinde afişler, kartpostallar tasarlar. Asistan öğretmenlik yapar ve geceleri dersler verir. Dekoratif sanatlar onu tam memnun etmediği için insan figürlerinin olduğu desenler çizmeye yönelir. Bir yandan da edebiyatla ilgilenir. Efsanevi Fledermaus Kabaresi’nde Hint Masalı için dramalar ve aşk hikayeleri yazar. Uzak Doğu Sanatı’nı inceler. Van Gogh’dan ve Gustave Klimt’ten etkilenir. Klimt onu “genç kuşak arasında göze çarpan yetenek” olarak tanımlar.

Üyesi olduğu Viyana Atölyesi 1908’de ressam, grafiker, şair ve oyun yazarı Kokoschka’nın litografiyle resimlenen Gençliğin Düşleri adlı şiir kitabını yayınlar. Hayranı olduğu Klimt’e ithaf ettiği bu kitapta efsaneleri ve peri masallarını görselleştiren sanatçı sonraki yıl Sfenks ve Korkuluk adlı bir oyun yazar. Viyana Gösterisi’nde Katil, Kadınların Umudu** adlı tek perdelik ekspresyonist oyunu sahnelenir. Modern hayatın ahlaki krizlerini ve çağdaş Avrupa toplumunun politik haksızlıklarını konu alan bu oyunun desenlerinde akademik çizim kurallarına uymayan sarsıcı ve dehşetli görüntüler ifadecidir ve içerikle aynı işleve sahiptir. Bu oyundan bir kaç söz: yalnızlık, sessizlik ve açlık kafamı karıştırıyor, dünyalar yörüngesinde dönerek geçmiş, hava yok, uzun bir gece olacak. Ekonomik nedenlerden dolayı dekoratif sanatlara yönelik üretimlerde bulunur ama büyük boyutlu yağlıboya çalışmaya da zaman ayırır. Art Nouveau ile ilgili heyecanından sonra radikal bir değişim yapıp Viyana sanatının estetik ve güzelliğini arkasında bırakır. Tedirginliği ve başkaldırıyı simgeleyen ekspresyonist anlatıma yönelir...

25 Kasım 2009 Çarşamba

Hieronymus Bosch'un Fantastik Tasvirleri

Albrecht Dürer’in çağdaşı Hieronymus Bosch (1450-1516) Kuzey Brabant’ta doğar. Üslubunda kendisi gibi ressam olan babasının etkileri olur. Toplumsal bir dengesizliğin ve şeytanlara tapanların olduğu bir bölgede yaşar. Burası büyük kentlerden uzaktadır ve Ortaçağ geleneğini sürdürür. İnsanlar felaketlere karşı dini inançlarını yerine getirirler ama kötü güçlere de eğilimleri vardır. Büyücülerin ve simyacıların da bulunduğu dini karnavallarda ve panayırlarda maskeler takarlar. Cadılar kilise tarafından ölüm cezasına çarptırılıp yakılırlar. Yoksulluk ve hastalıklar yaygındır. Bosch yaşadıklarını, gördüklerini fantastik bir kurguyla ve gizemli bir atmosferle resimlerine aktarır. Rönesans’ın hümanist düşüncesini alır ve insan karakterleriyle ilgilenir. İfade açısından simgeseldir ve eleştiri dilini kullanır. Ayrıntıya önem verir ve mekân araştırmalarından yararlanır. Alışılmadık, yarı insan yarı hayvan biçimli figürleri, düşsel bir mimari ve manzara içinde resmeder.

17 Kasım 2009 Salı

Piero Della Francesca'nın ‘İsa'nın Dirilişi’ Adlı Resminde Alberti Kuramlarının Uygulanışı

Leon Battista Alberti; ressam, mimar, mühendis, geometrici, oyun yazarı, Latin yazarı uzmanı, tanrı bilimci ünvanları ve çok yönlü kişiliğiyle -Leonardo da Vinci gibi-, 15. yüzyılda İtalya’da Rönesans’a özgü evrensel insan tipinin önemli isimlerindendir. 1435'te Latince, 1436'da İtalyanca olarak basılan "Della Pittura - Resim Üzerine-" adlı kitabındaki teorileri ile çağının ressamlarını etkilemiştir. Üç bölümlü kitabın I. bölümünde edebi, felsefi analizler, biçimler ve analizlerin incelenmesi yer alır. II. bölümde kompozisyon tekniklerinden söz eder ve genç sanatçılara öğütler verir. III. bölümde ise bir ressamın nasıl olması ve nelere dikkat etmesi gerektiği hakkında bilgiler bulunur. Bu kitaptan etkilenen ressamlardan bazıları: Domenica Veneziano, Fra Angelico, Ucello, Fra Flippo Lippi, Polla Iuolo, Botticelli ve Piero Della Francesca'dır. 

1420-1492 yılları arasında yaşamış olan P. D. Francesca'nın Rönesans sanatını belirleyen özelliklerin görüldüğü resimlerinde geometrik ve anıtsal figürlere rastlanır. İtalya'da çeşitli kilise, katedral ve belediye binalarında freskleri bulunan ressamın İsa’nın Dirilişi’ adlı resmi 1463 tarihli ve 225 x 200cm boyutlarındadır. Sansepolcro’daki Halk Sarayı’nın duvarına fresko tekniğinde yapılmıştır. İsa’nın ellerinde, ayaklarında, ve sağ göğsünün altında çivi ve mızrak yaraları vardır. Mezarın önünde, yüzleri seyirciye dönük, uyuyan iki, ön düzlemde de İsa’nın dirilişinden dolayı şaşkın iki olmak üzere dört muhafız görülür. Şaşıran muhafızlardan soldaki yüzünü elleriyle örtmüş, sağdaki irkilerek geriye çekilmiştir. Çeşitli kaynaklarda tam karşıdan görülen, yüzü seyirciye dönük otuz yaşlarındaki figür Piero Della Francesca’nın kendisidir...

İsa’nın sağ ayağı lahitin içindeyken, sol ayağı yukarıdaki pervaz üzerindedir. Sol eli dizinin üzerinde dururken, sağ eliyle dalgalanan kırmızı beyaz zafer bayrağını tutar. İsa’nın üzerindeki açık pembe giysisi Alberti’nin ifade ettiği gibi vücudun hareketine uygun olarak yapılmış. Heybetli kıvrımlarla vücut altındaki hareket belli edilmiş. Kıvrımlar figürün sağ göğsünün altındaki mızrak yarasına doğru hareket eder ve bakışı oraya doğru çeker. Kaslı gövdenin klasik biçimi soldan gelen alçak ışıkla şekillendirilmiştir. Yüzü vaftiz sahnesindeki gibi düzgün, dudakları kıvrımlıdır. Büyük açık gözlerinden ölümün sırrı anlaşılmaz. İsa’nın başı üzerindeki hale onun kutsal kişiliğini gösterir. Alberti ‘ölü birinin çizilebilmesi için vücudunun her yerinde ölü olduğu vurgulanabilmelidir’ diyordu. Burada ölünün canlanışı ve dinamik hareketi iyi verilmiş.

Mezarın önünde dört gözlemci nöbetli olarak uyuyorlar, vücutları bir demet gibi toplu halde duruyor. Büyük göz oyukları, geniş çene kemikleri ve kare çeneleri Etrüsk heykelini çağrıştırır. Soldaki ağaçlar ve manzara çorak, sağdakiler yapraklarla dolu. Calvary yolunda İsa şöyle dedi: ‘Eğer bunu yeşil ağaçlarda yaparlarsa kurularda ne yapacaklar?’ bunun anlamı ‘Eğer bunu bana sağ olduğumda yaparlarsa öldüğümde ne yapacaklar’ dır. Bu resimde de çorak ve kurak kısım İsa’nın ölü halini,canlı ve yapraklı kısım ise diri halini temsil ediyor
” (2).

Alberti’nin figürlerin iki boyutlu düzleme geçirilmesi problemine karşı getirdiği yenilik pramidal düzenlemedir. Bu resimde de böyle bir düzenleme dikkat çeker. Hatta birbiri içine geçmiş üç pramidal düzenleme var. İlkinin üst köşesi İsa’nın başına, sol köşe askerin sırtına, diğer köşe ise sağdaki askerin başına denk düşer. Bu üçgen diğer piramidal düzenlemeleri de içine alır ve en büyük piramit olur. Daha küçük olan üçgenlerden birinin soldan ikinci askerin başı üzerinde üst köşesi, sol kolunda diğer köşesi, en soldaki askerin sırtında ise öbür köşesi yer alır. Küçük üçgenlerden ikincisinin üst köşesi sağdan ikinci muhafızın başının üzerinde, diğer köşesi dirseğinde, sağdaki köşe ise en sağdaki muhafızın başı üzerindedir. Bu üçlü piramidal düzenleme resme anıtsallık ve boyut kazandırır.
Nalan Yılmaz, Piero Della Francesca'nın İki Yapıtına Alberti Bakışı, Türkiye'de Sanat, Plastik Sanatlar Dergisi, no: 73, Mart\Nisan, 2006, s: 36-41
Bu kompozisyonda üçgen kurgu dışında Alberti teorilerine uygunluk, Piero’nun İstoria kavramını bildiğini gösterir. İstoria resmin boyutlarıyla değil anıtsallığı ve dramatik içeriğiyle değerli olmasıdır. Temaların anlatılması, ifade edilmesi, figürlerin yerleşimi ve seyirciye aktarılması önemlidir. İstoria için Alberti antik temaları önerir. Bu konuların istoriayı daha iyi verebildiğini söyler. ‘İsa’nın Dirilişi’ adlı resimde de uyuyan figürlerin yüz ifadeleri özenle yapılmıştır ve gerçekçidir. Diğer iki figürde ise şaşkınlığın verdiği ifadeler görülür. Biri yüzünü elleriyle kapamıştır, diğeri ise irkilip geriye çekilmiştir.

Alberti resmin perspektif ve geometrik kurallara uygun yapılması gerektiğini belirtir kitabında. Perspektif seyirci ve eser arasında önemli bir bağdır. Perspektifle seyirci yönlendirilir. Perspektif ve matematik istoria için de araçtır. Matematik sanatçının dünyayı kontrol edebilmesi için gereklidir diyor Alberti. Piero Della Francesca’ da matematik, perspektif ve geometrik kurallar üzerine çok çalışmış bir ressamdır. Hatta Alberti’nin bu konudaki teorilerini de geliştirmiştir. O nedenle resimlerinde, Rönesans resmini de belirleyen özelliklerden matematik, perspektif ve geometrik kurallarına özenle uymuştur
.

Resimde her tarafa yayılan ışık göze çarpar; yamaçlarda, bulutlarda, figürlerde aynı orandadır. Işık yayılımında ve geçişlerde yumuşaklık var. Figürler hareketlidir. Oturan, ayakta duran, giysili yarı giysili figürler önden, arkadan ve yandan resmedilmişler. Hareketler doğal ve yumuşak, kıyafetler vücudun hareketine uygundur. Kompozisyonda yatay ve dikeylerle denge kurulmuştur. Lahitin pervazının keskin yatay hatlarıyla bulutlar paralelken, ağaçların dikeyliğine İsa’nın ve elinde tuttuğu bayrağın sapının dikeyliği ile muhafızların dikey duruşları paraleldir. Alberti resimde kullanılan renklerde çeşitlilik ve bolluğun ressama ün getireceğinden söz eder. Bu resimde sanatçı özellikle muhafızların giysilerinde renklere özen göstermiştir. İsa’nın üzerindeki giysi pembe, en soldaki muhafızın şapkası ve çizmesi kırmızı, giysisi yeşildir. Yanındakinin giysisi kahverengidir. Sağdaki muhafızların arasında kırmızı renkli bir kalkan vardır. İsa’nın başının üzerindeki hale sarı, bayrak kırmızı-beyaz, gökyüzü ise açık mavidir. Lokal renk kullanımı söz konusudur. Renkler arasındaki geçişler yumuşaktır
.

Alberti, ressamların büyük panolar üzerine çalışmaları gerektiğini, büyük çalışanın küçük de çizebileceğini belirtir. P. D. Francesca da büyük panolar üzerine ya da duvara resim yapmıştır. Bu resimde bir duvar freskidir. Resimde doğal olmayan hiçbir şey yoktur. Bu da Alberti’nin önerdiği bir şeydi. Her şey doğal ve gerçeğe uygun olmalıdır. Sanatçı doğadaki her şeyi iyi ve doğru verebilmelidir. Piero’nun bu konuda da başarılı olduğu görülür. Anıtsal, ölçülü, uyumlu, dingin, yatay ve dikey dengelemeyle kurulan bir düzene, ön ve arka planın olduğu, perspektif kurallarına uygun ve bunun getirdiği derinliğe sahip geometrik kompozisyon, Alberti’nin resim teorilerine uygunluğuyla dikkati çekiyor
.

Notlar

 
(1) Cömert, Bedrettin, Mitoloji ve İkonografi, H.Ü. Yayınları, Ankara, 1980. s: 236
(2) Hartt, Frederick, History of Italian Renaissance Art, Harry N. Abrams Inc., New York. s: 236


Nalan Yılmaz, 8 Mayıs 2005, Hürriyet, Agora
ve
Piero Della Francesca'nın İki Yapıtına Alberti Bakışı, Türkiye'de Sanat, Plastik Sanatlar Dergisi, No: 73, Mart\Nisan, 2006, s: 36-41

*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar '
Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir. Creative Commons License

14 Kasım 2009 Cumartesi

Kasım

Güzden kışa geçiş. Sonbaharın tam kendini gösterdiği ay. Yağmur. Ağaçlardaki sayısız tonlarda yeşil, sarı, turuncu, kırmızı, toprak renklerindeki yaprakların gösterişle sahneye çıkışları ve sona doğru giderken zarif dansları. Bir şeyleri hatırlatan simgeleyen yapraklar döküldüklerinde oluşturdukları o görüntü, aralarında dolaşırken çıkardıkları hışırtı, keyfine varılacak anlar. Belki uzun süredir görülmemiş birisiyle bir kahve içmek, derin konular veya geçen zaman ve kişisel hayatlar üzerine konuşmak. Belki kabullenmişlik dünyada yaşayan her insanın zamana yenik düşmesini. Anın geçip giderken ya da öyle sanılırken bıraktığı o buruk tortunun ve tatlı hüznün hissettirdiğine yoğunlaşmak. Güncel, ülkesel ve evrensel sorunlardan, çevrelendiğimiz toplumun ve içindeki insanların bilincimizi bulandırmasından uzaklaşmak. Önemsiz şeylere takılıp kalmamak. Gülmek. Kasım mı bunları hatırlatan? Bir şarkı vardı November Rain Guns and Roses. O günlerde dinlerdim. Sanki uzak bir tarih. 'Autumn in New york' kasım ayında geçen bir aşk hikayesi miydi? 'Sweet November' kesin öyleydi. Romantik komediler :), izleyesim yok tabi. Bu aralar Flashforward favorim. Kuantum fiziğiyle ilgili kitapları ilk 15 yıl önce okumuştum. Bu dizi de kuantum fiziğine göndermeler var.

8 Kasım 2009 Pazar

Bilim ve Sanat Koruyucuları: Mesenler - 2

Avrupa’daki Ortaçağ ile Doğu’daki farklıdır. Avrupa’da bu dönemde sanat kilisenin ve dinin egemenliğindeyken Doğu sanatı, bilimi ve düşünce dünyası çok çeşitli, daha özgür ve üretkendir. Mesenler genellikle hükümdar veya yönetim çevresindendir. 1300’lü yılların başında Reşidettin tarihi metinlerden oluşan kitaplar yazdırıp resimlettirir ve dönemin hükümdarlarına gönderir. Özellikle 15. yüzyılda Bağdat, Tebriz, Herat, Şiraz, Semerkant gibi Doğu kentlerinde sanat ve zanaat işlerinin yapıldığı atölyeler bulunur. Şiraz’da Timur’un torunu İskender Sultan himayesinde çalışan sanatçılar ve astronomi ile ilgilenenler daha sonra Herat’a giderler. Herat atölyeleri 1418’lerden 1507’ye kadar süren hareketli bir sanat ortamı oluşturur. Kendisi de şiirler yazan Timurlu Hüseyin Baykara birçok nakkaş, şair ve düşünürü koruyan bir hükümdardır. 1433’den önce Gıyaseddin Baysungur Herat’ta nakkaşhane denilen atölye, işlik ve kütüphane yaptırır. Burada bir arada çalışan sanatçılar tarafından el yazma kitaplar hazırlanır, mimari ve köşk tasarımları yapılır.

Tekrar Avrupa’ya dönersek; Michelangelo Floransa’da kaldığı yıllarda Lorenzo Medici tarafından dört yıl boyunca teşvik edilir ve Medici Sarayı’nda yaşar. Onun kurduğu San Maria Sarayı bahçesindeki heykel okuluna gider. Medici’lerin anıtsal ve yalın antik heykel birikiminden yararlanır. Sonraki yıllarda aile için anıtsal eserler, Kitaplık, Medici Şapeli ve Mezarlığı meydana getiren bu inanılmaz yetenek Mediciler’den sonraki çöküntü içindeki İtalya’nın durumundan etkilenir. 16. yüzyılda Roma’da Papa mesendir. Michelangelo, Raffaello ve Tiziano Papaların verdiği siparişler sonucu önemli işler ortaya çıkarırlar. Raffaello Vatikan’da 'Raffaello Odalarını' Medici korumasındayken resimler. Michelangelo sanatçıların patrona bağımlılığını kırarak öngörüldüğü gibi değil kendi yeteneği ve tarzı doğrultusunda hareket eder ve bağımsız bir tutum da sergiler. Yeteneğine hayranlık duyulan ama uzlaşmayan kişiliği yüzünden korkulan biridir.

6 Kasım 2009 Cuma

Bilim ve Sanat Koruyucuları: Mesenler - 1

Bilim ve sanat koruyuculuğu anlamına gelen mesenlik çağlar boyunca varlığını sürdürür. Ülkelerin, toplumların ilerlemesinde büyük rol oynayan sanat, kültür, bilim gibi yüksek değerler dini, resmi ya da özel kurumlar, burjuva, tüccarlar ve üst düzey yöneticiler tarafından sağlanan imkânlarla gelişme gösterir. Sanat önceki yüzyıllarda zenginlikle bağlantılıdır. Her kesimin ulaşabileceği bir şey değildir. Bu da onu prestijli bir duruma getirir. Mesenler sanatı önemsedikleri için mi yoksa saygınlık edinmek için mi desteklerler? Sanat nesnelerine sahip olmanın ve onları üretenleri korumanın belli bir saygınlık ve hayranlık uyandırdığı doğrudur. İhtişamı artırırken gücü ve zenginliği de ifade edebilir. Sosyal, politik ve toplumsal nedenlere dayanabilir. Yine de daha çok sanatsever ve yeniliklere açık fikirli aydın kişilerin yapılan yardımdan karşılık beklemeleri yerine hayırseverliği olarak görmek mümkündür.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Hiçlikte Bir An

Sessizlik seslerin arasındaki boşluklarsa onu fark edebilmek de ayrıcalık. Sessiz olan tüm seslerden, kargaşadan, patırtıdan uzak anlamını ve varlığını mütevazilikle iddiasız bir şekilde içinde taşır. Ses ve konuşmalar sessizliğin değerini artırır. Sessizlik istiridyenin içinde saklı inci gibidir. Evrende sessizlik var mı? Zaman, mekan kavramından soyutlanmış evrensel bir şey salt sessizlikte olsa kendi sesine sahiptir

Hayat kısa diye ne kadar çok deneyim yaşanırsa o kadar iyi midir? Her şey çok hızlı mı olmalıdır hayatta? Yavaşlık ve sakinlik uyuşukluk değildir. Sadece doğal bir akış vardır ve o da hızla yönünü bulmaz. Kadercilik ya da oluruna bırakma değil bu. Eğer her şey çok hızlıysa biraz yavaşlık ve sükunet eğer çok yavaşsa biraz daha devinim ve ivme gerekir. Zıtlıklar bazen birbirine yaklaşabilmeli ki denge sağlanabilsin. Kutuplar arasında gidip gelebilmeli. Sadece bir tarafta kalınca eksik olur.

Yaşam sorgulamaz sadece olduğu gibidir, öyle kalır. Herkes farklı değerlendirir...

18 Ekim 2009 Pazar

Hiçlik

"Manevi anlamda hiçliğin tarifi şudur; “Hiçlik, Tanrının yüceliği ve bilgisi karşısında, O’na hayranlık ve saygı duyarak, kendi küçüklüğünün farkındalığını yaşama halidir.” Hiçlikte bilginin getirdiği büyük bir tevazu da vardır. Hiçlik aynı zamanda büyük bir bilgeliktir. Ayrıca hiçlikte kendini, yerini ve haddini bilme hali de vardır. Yaşam bir sonsuzluktur. Bunu bir bilebilsek! Korkularımızdan, kontrollerimizden, kendimizi “ben” dediğimiz duygularımızdan bir kurtarabilsek! Önce kendimizi, sonra herkesi, sonuçta hiçliği sevebilsek! Hiçlik kadar küçülebilsek, o noktaya varabilsek! O zaman neler olacağını, nerelere varabileceğimizi bir görebilsek! Bunu, şimdiki halimizle bir kıyaslayabilsek, bir karşılaştırabilsek!...Tanrıya, birliğe varmanın yolu hiçlikten geçer. " Erol Yurderi

 Yazının tamamı ise şu adreste:

 http://bilgelikyolu.wordpress.com/category/ruhsal-gelisim/hiclik/

12 Ekim 2009 Pazartesi

Flâneur ve Aylaklık


Flâneur için aylaklıkla kazanılan çalışarak kazanılandan çok daha değerlidir. Breton’un ‘İnsan çalışmak zorundaysa hayatta kalmak neye yarar’ (6) sözü flâneur’a yakınlığını gösterir. Flâneur işsiz gezen biri olarak işbölümü ve uzmanlığı umursamaz. İnsanların iş peşinde koşturmalarını anlamsız bulur. “Yaşamın uğursuz zorunluluklarının çalışmayı zorla dayatıyor olmasına bir diyeceğim yok, evet de, buna inanmamın istenmesine, kendimin ya da başkalarının çalışmasının yüceltilmesine gelince, bu asla... Gece karanlığında yürüyüp de gündüz yürüyor sanmayı yeğliyorum. Çalışıp emek harcamanın hiçbir işe yaradığı yok. Herkesin yaşamının anlamını ortaya çıkarmasını bekleyebileceği olay, belki henüz rastlamadığım ancak peşi sıra giderken kendimi aradığım olay emek pahasına sağlanan bir şey değildir” (7)...

Breton Nadja’da ‘çalışmaya mahkum insana çalışmadan yakasını sıyıramadığı için acıdığını’ belirtir. Oblomov da hiçbir zaman işe giremeyen işsizlikten zevk almak istese de ve avutucu şeyler bulsa da sıkıntıdan kurtulamayan biridir. Tembel gibi işten kaçıp işsizlikte mutluluk bulmaz. Oblomov için yüz parçaya bölünmeden ruh ve vücut güçlerini belirsiz şeylerde harcamamak mutluluktur. Yazmayı boşuna kafa ve ruhu harcayıp, hayalleri, düşünceleri satmak olarak görür. Tıpkı Yusuf Atılgan’ın ‘aylak adam’ının ifade ettiği gibi; “İş avutur derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden farklı öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrar ediyordu. Yaşamın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak” (8). "Aylak olmak dünyanın en zor işiydi" (9). “Biri çıkıp yazsa. Ben? Yapamam, yaşamak varken. Ben ya ararım ya da yaşarım” (10)
...

Tamamı
Melankolik Aylak adlı yazımda.

***** Bu sayfadaki yazının tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License  

10 Ekim 2009 Cumartesi

Yalıtım - Soyutlanma

Yalnızlık insanın yakasını bırakmaz ve kendisiyle yaşatır. Bazen ondan kurtulmak istenir, bazen de ona sığınmak. Ne onunla ne de onsuz yapılır. Yalnızlık hissetmemek için uğraşlar edinilmeye çalışılır. Yalnızlık unutulmak istenir. Uzak durulması ve çağrılmaması gereken kötü bir cin gibidir. Mutsuzluk getireceğine inanılır. Ama o unutulamaz. Mutlaka bir aralık bulup ortaya çıkacaktır. Anlaşılmayı sonuna kadar yaşanılmayı isteyecektir. Çünkü yalnızlığı ve soyutlanmayı bilmeyen kendini de bilemeyecek korkularıyla yüzleşemeyecektir.

İnsan garip bir yolcudur. Nereden gelip nereye gittiğini bilmeden suskun, cevap vermeden geçip gider yolunda yalnız başına. Gördüklerini ve yaşadıklarını yüzünde taşır...

5 Ekim 2009 Pazartesi

"Ölmek ya da Olmak, İşte Bütün Mesele"

"Eski aşıklar sevgili uğruna ölmeyi bir ideal, bir amaç bilirlermiş. Sevgilinin penceresi önünde naralanıp söğüt yaprağı bıçak ile bileğini dirseğine kadar yaran aşık da, gönül sultanının geçtiği yola yatıp ya üstüne basıp geçmesini,yoksa bir kerecik olsun yüzüne bakıp gülümsemesini isteyen aşık da ölmek ile olmak arasında kendini kaybediyorlardı. Onlar, uğruna ölünecek sevgililer buldukları için bahtiyar idiler. Gün gelir, sevgililer de aşıklarını sever umudunu içlerinde durmadan büyütüyorlardı. Oysa aşk, iki kişi arasında asla eşitlenmeyen bir şeydi. Allah, aşığın uğraştığı sevgiyi maşuktan esirgemişti. Bunun içindir ki aşıklar, ya kendilerine verilen derdin aynısının sevgiliye de verilmesi ya da sevgilideki vurdumduymazlığın aynısı ile kendilerine de ihsanda bulunulması için yakarır dururlar. İsterler ki, Allah aşkı seven ile sevilen arasında eşit bölüştürsün… Oysa aşk bu demek değildir. Seveni sevmek kolaydır; marifet o sevmediği zaman da onu sevebilmektir. Gerçek aşık bilir ki, kendi içindeki aşk ateşinin aynısı sevgilide de vardır ve gönülsüz de olsa, o da aşkı duyumsamaktadır. Ne var ki sevgili çok sabırlı, aşık da çok sabırsız olduğu için bu aşk yarası tek taraflı kanamaktadır...

O acılar, o ayrılık ve hasret ateşleri aşığı yakıyorsa öte yandan da pişiriyor demektir… Aşık, ancak bu pişirme sürecinde ham iken olgun, çiğ iken kâmil olur. Çünkü aşk yolunda varılacak merhalelerin en yücesi, aşkın olgunluğu ile kendi dünyasını kurabilmektir. O mertebeye gelindikten sonra aşk uğruna can vermek aşığa âsân gelir. Buraya kadar söylediklerimizi bir de öbür türlü söyleyelim: Amaç aşk uğruna ölmek değil, uğruna ölünecek aşkı bulmaktır. Bu aşk, cennet emelinden uzaklaşıp cemale erme hedefini gözetir. Böyle bir aşka giriftar olduktan sonra geriye ne kalır ki!?... Dünyayı elinin tersiyle itiver gitsin!.. Hani Fuzûli diyor ya: Cennet için men eden âşıkları didârdan / Bilmemiş ki cenneti âşıkların didâr olur (Cennetten uzaklaştırıldığı gerekçesiyle aşıkları sevgilinin didarına (yüzüne) bakmaktan alıkoyan kişi bilmiyor ki aşıkların cenneti sevgilinin yüzüdür!..) İmdi başa dönünüz ve yalnızca sevmek için seven aşığın tavrı ile hedefi sevgilinin yüzünü görebilmek olan aşığın gayretini ölçünüz; arada beşeri, mecazi, platonik, tasavvufi ve ilahî aşkların harmanlandığını fark edeceksiniz.
Aşk ki vardır, gerisi vesairedir"

İskender Pala, Kitab-ı Aşk, Alfa Yayınları, 1. Basım, Şubat 2005, İstanbul, s: 21, 22

3 Ekim 2009 Cumartesi

Gerçeğin Sınırında ve Ötesinde Bulanıklaşan Düşünceler


Nesne; fazlalıklarından kurtulduğunda gösterir kendi gerçeğini. İşte o zaman ona yeniden bakmak gerekir daha önce binlerce kez bakılmış olsa da. Görebileni şaşırtır şeffaflığı ve sadeliğindeki yüceliği.

Sadelik ve teklikteki gizem sonsuzdur. Kaos ve kargaşa ise zihni yorar, karışıklığa neden olur. Bu da asıldan, öz olandan uzaklaştırır.


Bulanıklıklar, netleşmeyen belirsiz dünyalar, gözlerde huzursuzluk yerleşmişken ümitler kaybolur ardında çaresizliği bırakarak. Gerçek ve düş birbirinin içine geçer ve ayırmak zorlaşır.


Gerçek bazen tam olarak kendini ortaya koymaz. Gerçek sanılan görünüş aldatıcı olabilir. Sert bir kaya ya da duvar arkasında korunmasız olanı barındırır. Duvar veya kaya savunmaya yönelik bir kalkandır ve güçsüz bir varlığı saklar.


Müziğin içindeki renkler, renklerin içindeki notalar, tonların uyumu duyguların ötesine götürür...

28 Eylül 2009 Pazartesi

Baş Aşağı Figürleriyle Georg Baselitz

1938 yılında Deutschbaselitz’de doğan Hans-Georg Kern, 14-15 yaşlarında bazıları fütüristik tarzda olan portreler, manzaralar, natürmort ve dini konulu resimler yapar. Doğu ve Batı Berlin Akademilerinde öğrenim görürken Dadaistleri, Sürrealistleri ve diğer Avrupalı modern sanatçıları inceler. 16. yüzyıl Alman ahşap baskılarından ve Afrika heykelinden, Wassily Kandinsky’nin ve Kazimir Malevich’in teorilerinden, Friedrich Nietzsche, Charles Baudelaire, Comte de Lautréamont ve Antonin Artaud’un yazılarından etkilenir. Nazi mirasından dolayı yaralı Alman ressamlar geleneğine bağlı olan ve doğduğu kente atıfta bulunarak adını Georg Baselitz olarak değiştiren sanatçı 1961 ve 1962’de Pandämonium manifestosunu yayınlar. 1962’de evlenir ve akademik çalışmalarını tamamlar.


20. yüzyılın en önemli gravür ustalarından biri olan Baselitz, 1963 yılında Batı Berlin’de
Werner ve Katz galerisinde sert karışık imgeli resimlerini sergiler. Bölünmüş bir kent olan ve kültürel öncülüğünü yeniden kazanarak Alman sanat merkezlerinin en önemlilerinden biri haline gelen Berlin’deki bu ilk kişisel sergisinde, sembolik olarak vücut bölümleri ve cinsel görüntüler içeren resimleri skandal yaratır ve polis tarafından kaldırılıp el konulur. İki yıl sonra geri alır. Almanya’ya özgü bir sanat yapmak istediği için ne toplumcu gerçekçiliği ne de lirik soyutlamayı benimser. 1950’lerin sonu ve 60’ların başında soyut sanatın karşısında durur ve onun yerine kökleri Art Brut’e ve zihinsel hastalıkları ele alan psikotik sanata dayanan kişisel, ifadeci figüratif sanatı getirmeyi amaçlar. “Bir fikir ile başlarım ama çalışırken resim kendisi ilerler. O zaman fikir ve kendiliğinden ilerleme arasında bir mücadele oluyor ve resim kendisi için savaşıyor.” Asi adlı resminde kendisini alışılmadık biçimde, kaba elli ve hantal vücutlu romantik bir anarşist ve anti kahraman gibi gösteren sanatçı 1965’de bir yıl boyunca Floransa’da kalır ve 1966’da Berlin’deki bir sergisi için ‘Büyük Arkadaşlar’ adlı manifestosunu yayınlar.

1967’den sonra farklı ülkelerde sergiler açar ve 1966-1971 arasında Osthofen’de 1971-1975 arasında da Mussbach’ta çalışmalarına devam eder. 1975 yılında Derneburg’a yerleşir. On üç sergisinin ardından 1969’dan sonra baş aşağı duran resimlerini yapmaya başlar. Rakamlar, ağaçlar, evler, hayvanlar, insanlar vb. ters imgelerle seyirci arasında uzaklık oluşturur. Görmeye alışkın olunanın aksine baş aşağı görüntüler bir şeylere tepkinin sonucudur. Beklenene karşı bir tavırdır. Geçmiş ve şimdi arasında kalan Almanya’yı simgeleyen resimlerde yıkıntılarda veya çorak yerlerdeki kahramanlar, asiler, çobanlar gibi genç erkeklerin dikey görünümleri, ağaçlar ve diğer figürler güçlü fırça darbeleriyle ve çarpıcı renklerle yansıtılır. “Stil değişiklikleri entelektüel ilerlemenin sonucudur. Değişebilmek için devamlı yeni bir şeyler bulmaya çalışırım.” 


Nazi döneminden arta kalan sıkıntıları, yükleri sırtında taşıyan genç Almanların acıları, çaresizlikleri dışa vurulur. Vücudun bölümlerinin parçalandığı çalışmalarda konunun öneminden çok öncelikli olarak resimsel yapı ve yerleştiriliş vurgulanır. Baselitz üslubunun Yeni Ekspresyonizm olarak adlandırılmasını Alman Ekspresyonistleri ile bağ kurulmasını kabul etmez. Ekspresyonistlerin tersine dünyayı sanat vasıtasıyla yenilemekle hiç ilgilenmediğini ifade eder. Başı Üstünde Duran Orman’da iki çam ağacına ve mitolojik kahramanların parçalanmış imgelerine yer verir. Bu tür ters figürler sadece yağlıboyalarında değil çizimlerinde, baskılarında ve heykellerinde de görülür. 1976 yılına ait Çıplak Elke 2’de pek çok kez resmettiği karısı Elke’nin baş aşağı görünümüyle karşılaşılır. Modeli üzerindeki duygularını bastırarak saf görsel yapıya odaklanır. Bu çarpıcı eser bilinen geleneksel bir konuyu ters göstermesiyle farklılaşır. Ona göre bu temsil edileni içerikten kurtarmanın en iyi yoludur.

1970’de Basel Sanat Müzesi’nde çizim ve grafiklerinden oluşan ilk retrospektif sergisi düzenlenen Baselitz zamanla farklı tekniklerde işler üretir: desen, ahşap baskı, grafik, gravür, litografi gibi. 1979 yılından sonra büyük boyutlu tahta heykeller üzerinde çalışır. Venedik Bienali’nde Alman Pavyonu için hazırladığı Bir Heykel için Model adlı kışkırtıcı anıtsal ahşap heykeli Nazi selamını andıran kıvrık koldan dolayı oldukça tartışılır. 1983’den beri Batı Berlin’de profesör olarak görevine devam eden sanatçının Alman Ekspresyonistlerinden Köprü Grubu ve Munch kompozisyonlarının varyasyonları ve Hıristiyan ikonografisi ile ilgili konular üzerindeki çalışmaları sanatında önemli rol oynar. Yeniden canlandırma olan bu resimlerinde formun anıtsallığı ve yüzeyi daha belirginleşir. “Sevdiğim Alman ressamların resimlerini, bir sanatçı olarak çalışmalarını ve portrelerini yaparım. Ama tuhaf bir şekilde bu portreler bittiğinde sarı saçlı bir kadın resmine dönüşür. Bunun nasıl olduğunu hiç anlayamadım.”

1980’lerin sonlarından itibaren sanatı görkemli ve tarihsel yönünü kaybetmeden daha bir hüzünlü ve saydam olur. Geç Ortaçağ’daki büyük Alman altar heykellerini andıran 1989 tarihli 20 panoluk 45 en orijinal çalışmalarından biri olarak kabul edilir. Motiflerle bezenen her pano alçak kabartma şeklinde oyulur. Kazıma işlemi trajik bir özellik verir. 1990’larda iki Almanya’nın birleşmesiyle Doğu Almanya’daki çocukluk yılları, ailesi ve yaşadığı ev ile ilgili bir dizi duygusal resimler yapar.

1998-2002 yılları arasında büyük ve orta boyutlu 58 resimden oluşan Rus Ressamları Serisi’ni Hamburg’da sergiler. Stalin döneminden Sosyalist Gerçekçilik’in önemli çalışmalarından ilham aldığı bu seride Doğu Almanya’da yaşadığı yılların etkileri de vardır. 2008’de tamamlanan 16 resimden oluşan yeni seri Baselitz’in 2005’deki eski dönem çalışmalarının ve 20. yüzyıl ressamlarının yeniden yorumlanması olan ve bugünü, geçmişi, geleceği bir araya getirdiği ‘Remix’* resimlerini ve son on yılın pek çok temasını özetler. Konu ve yeni başlangıç noktası olarak eski resimlerine dönse de bambaşka bir manifesto için onları tahrip eder. Erken dönem konularındaki sert, acı çeken görüntüleri son on yıllık işlerinde hafiflik ve doğallık duygusuyla başarıya ulaşır. Sanatındaki bu yenilenme dünya çapında hayranlık uyandırır. 


Baselitz, canlı renkleri, kaba fırça vuruşları, deformasyona uğramış ve ters duran figürleri, sıra dışı görüntüleri, düzenlilik göstermeyen, herhangi bir kategoriye girmeyen kompozisyonları ve güçlü konuları ile izleyicinin dikkatini çeken ve sanat tarihinde adından söz ettiren devrimci ve öncü bir sanatçıdır. Kırk yıllık sanat hayatı boyunca eski temalarını ve motiflerini yeniden kullanıp farklı bir şeye dönüştürerek seriler oluşturan sanatçının dünyanın pek çok müzesinde ve özel koleksiyonlarda çalışmaları bulunuyor. 2002 yılında İstanbul Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde bir retrospektif sergisi düzenlenen üretken ressam, tasarımcı, grafiker ve heykeltıraş Baselitz’in Büyük Gece Kanala Düşüyor (1962-63), Oberon (1963-64), Büyük Arkadaşlar (1965), Sokak Resmi (1980), 45 (1989) önemli başyapıtlarından bazılarıdır.

“Sanatçının herhangi bir kimseye karşı sorumluluğu yoktur. Onun sosyal rolü asosyalliğidir. Tek sorumluluğu yaptığı işe karşı duruşudur.”

Notlar:

*Eğer popüler müziği remix yaparsanız ritim ve sesi de değiştirirsiniz. Yaptığım şey tamamıyla farklı. Uzun zaman onu nasıl adlandıracağımı düşündüm. Gençliğin kültüründen geldiği için remix sözcüğünü seviyorum.

Nalan Yılmaz, Georg Baselitz’in “netsreT” Dünyası, 23 Eylül 2009, Lebriz Sanal Dergi

*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License

25 Eylül 2009 Cuma

Dolmabahçe Sarayı Cephe Süslemeleri

Sarayın ana yapısı üç bölümden oluşur; Mabeyn-i Hümayun, Muayede Salonu ve Harem-i Hümayun. Planda birbirinden ayrı olan bu üç bölüm cephe düzenlemeleriyle bütünleşmişlerdir. Bütün sarayda olduğu gibi bu cephelerde de 19. yüzyılın eklektisizm akımının özellikleri görülür. Rönesans, Barok, Neo-klasik akımların özellikleri birlikte ele alınmıştır.

Dolmabahçe Sarayı, Mabeyn-i Hümayun

23 Eylül 2009 Çarşamba

Dolmabahçe Sarayı Kapı Süslemeleri

Sarayın dışı ve cephesi Marmara mermerinden yapılmıştır. Abdülmecit Avrupa sarayları gibi bir saray istediğinden mimarı bu yapıları görmüş olanlardan seçmiştir. Plan olarak Batı sarayları örnek alınmamış olsa da, dış ve iç dekorasyonda Batı üslupları kullanılmıştır. Fransız yazar Teopile Gautier 1854 yılında Dolmabahçe'nin inşası sırasında İstanbul'u ziyaret eder. Bitmemiş olan sarayı gezer ve daha sonra sarayın hangi stile uygun olduğunu söylemenin güç olduğunu yazar. "Ne Yunan, ne Roma, ne Rönesans, ne Arap, ne de Türk. Anıtsal cephesi daha çok İspanyol tarzındadır. Fransızca konuşan mimar 14. Louis stilinde döşenmiş sarayı gezdirdi. Versailles Sarayı'nın gösterişinin burada örnek alındığı bellidir" (1). Cephe düzenlemesinde tek bir üsluptan söz edilemeyeceği doğrudur. Rönesans, ampir, barok, rokoko, neo-klasik gibi tarzların ve antik öğelerin bir arada kullanıldığı eklektik bir yapıdır. 


20 Eylül 2009 Pazar

Dolmabahçe Sarayı

Sırasıyla Bursa, Edirne ve İstanbul Osmanlı İmparatorluğu'nun başkentleri olmuştur. İlk Osmanlı sarayı Bursa'da yaptırılır ancak Timur ordularının ateşe vermesi sonucu yanar. Edirne'de I. Murat zamanında Eski, II. Murat zamanında Yeni Saray inşa ettirilir. Sarayın etrafında köşkler ve kasırlar yer alır. Bu saray da günümüze ulaşamaz. Fatih Sultan Mehmet zamanında İstanbul'da yaptırılan ilk saray da bugün mevcut değildir. Fatih döneminde Sarayburnu'nda Topkapı Sarayı'nın ilk ve bazı bölümleri oluşturulur. Kasırlar, köşkler, camiler, mutfaklar, çeşmeler, harem dairesi gibi 19. yüzyıl sonlarına kadar yapılan ilaveler sonucu saray bugünkü durumunu alır. Avlulardan birindeki Çinili Köşk Fatih dönemindendir ve Selçuklu geleneğini yansıtan çinilerle kaplıdır. Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinde Batı'daki örneklerine göre yeni saraylar inşa ettirilir... 

Dolmabahçe Sarayı

13 Eylül 2009 Pazar

Myrelaion Manastır Kilisesi'nden Bodrum Cami'ne

İstanbul'un Bizans döneminden kalan pek çok kilisesinden biri olan Bodrum Cami, döneminde Myrelaion olarak isimlendirilmişti. Şehri ziyaret eden Gyllius'a göre Vlanga'nın bahçelerinin kuzeydoğusunda yükselen tepe, eski Thedosius limanı alanı Myrelaion olarak biliniyordu. Myrelaion şehir tarafında ve Marmara denizi yönüne doğru yer alıyordu. Bölgede inceleme yapmış olan Millingen buradaki evin Constantine Copronymus (740-775) için yapıldığını ve 8. yüzyıldan önce de mevcut bulunduğunu belirtir. İmparator 1. Romanus Lecapenus 920-922 yılları arasında binayı restore ettirir ve yeni sarayın yanına başkentteki Yunan Haçı planının en erken örneklerinden biri olan manastır kiliseyi kurdurur. Alt katta Romanus'un karısı, oğlu, kızı ve kendisi gömülüdür... 


II. Bayezıd döneminde (1481-1512) camiye dönüştürülen Myrelaion 1784 ve 1912 yangınlarında zarar görür. 1930'lu yıllardan itibaren kazı ve araştırmalar yapılır. 1964-65 yıllarında İstanbul Arkeoloji müzesi tarafından restore edilir. Restorasyon sırasında yapının taş işi büyük ölçüde değişir ve yeni beton tuğlalarla kaplanır. Testere dişli bölümler ortadan kalkar. Myrelaion Manastır Kilisesi hakkındaki arkeolojik rapor eksiktir ve düzgün değildir. Van Milligen ve Ebersolt'un incelemeleri binanın cami olarak kullanılıdığı zamana aittir. Talbot Rice kazılar sonucu üstteki kilisenin 11. yüzyıla, alttakinin ise 7. yüzyıla ait olduğunu bildirir. 1965 yılında Striker kazı sırasında alt ve üst kattaki kiliselerin taş işçiliğinin farklılığına rağmen kesinlikle çağdaş olduklarını saptar. Çanak çömlek buluntuları Striker’i haklı çıkarır. Striker bundan başka, alt kattaki kilisenin işlevinin dini olmadığını ispatlar. Binayı saray seviyesine kaldırma gibi bir görevi vardır. Yüzey çalışmaları bu alanın, Paleologlar devrine kadar kullanılmamış olarak ayakta olduğunu gösterir. Paleologlar devri 4. Haçlı seferi yangınından sonra tamirler zamanıdır. Bu devirde pencereler, baş apsis, kuzey ve güney haç kolları yeniden gözden geçirilir. 

Myrelaion zamanında önemlidir. Güzel bir şekilde dekore edilmiştir. Zengin mozaikleri, mermer dış kaplama duvarları ve tonozları destekleyici mermer sütunları vardır. Tüm bu dekoratif öğeler kaybolur ama orijinal inceliğini koruyan tonozlar bugüne kadar gelir. En son 1980'li yıllarda yeniden restore edilip cami olarak ibadete açılır.


Laleli’de binalar arasında sıkışıp kalmış durumdaki yapı, bugün Bodrum Mesih Paşa olarak anılır. Dikdörtgen bir alanı kaplayan küçük, kapalı yunan haçı planında bir kilisenin altında Roma’dan kalma merkezi planlı bir sarnıcı vardır. Caminin ön kısmına eklenen camekanlı bir bölüme giriş yandan sağlanır. Minare kapısı da buradadır. İçeri girince esas kilise planında yer alan nartekse geçilir. Üçlü bir bölümlenmenin olduğu bu kısımdan iki paye üzerinde yükselen üç kemer açıklıkla naosa girilir. Narteksin daha geniş tutulmuş orta bölümü kubbemsi tonozla, iki yan bölümde çapraz tonozla örtülüdür. Haç planın algılandığı kısımda bir mekan içinde, dört serbest ayak üzerinde yuvarlak kemer ve pandantiflerle geçilen dilimli kubbe yer alır Dilimlerin her birinde sekiz pencere bulunur. Haç kolları ve köşelerde kalan kısımlar yuvarlak kemer üzerinde çapraz tonozludur. Doğudaki haç kolu ile apsis arasında çapraz tonozlu bemanın iki yanında, apsisin kuzey ve güneyindeki pastaforion odaları -din görevlilerinin eşyalarını koydukları yer- ve apsis üzerinde kubbemsi tonozlar görülür. Bemadan pastaforion odalarına kemerli açıklıktan geçilir. Doğudaki üçlü apsisin ortası daha büyüktür. Yanlar içerden küçük yarım yuvarlak nişler şeklindeyken dışardan üç kenarlıdır
.

Yapıyı kuzey, güney ve batı cephelerinde, dıştan ve içten algılanan duvar payeler sağlamlaştırır. Bu payeler içte dikdörtgen, dışta ise kare üzerine yarım silindir şeklini alırlar. Narteks kısmı iki yanda dışbükey olarak biçimlenmiştir ve bu kısımlarda üstte yarım daire pencere altta dikdörtgen şeklindedir. Haç kollarının en üstünde yarım daire içinde bir pencere, altında ortadaki daha büyük bir pencere yer alır. Haç kollarının yanları daha alçaktır ve burada da üstte yuvarlak olmak üzere iki pencere vardır. Dışardan, minareden bakıldığında örtü sisteminde yunan haçı planı ve kubbenin oturduğu dört ayak belirgindir. Kilise camiye çevrildiğinde, bir mihrap, ahşap bir mimber ve dıştan da güneybatı köşesine kesme taştan bir minare eklenir. Kemer içlerine, kubbe ve tonozların ortasına da kalem işleri yapılır
.

Kaynaklar
:

1- Millingen, a. Van, Byzaantine Churches in Constantinople, Macmillan and Co. Ltd., London, 1912, s: 196
2- Matheus, Thomas F., The Byzantine Churches in İstanbul, The Pennsylvania State University Press, Pennsylvania, 1976, s: 209
3- Krautheimer, Richard, Early Christian and Byzantine Architecture, The Pelican History of Art, London, 1965
4- Mango, Cyril, Byzantine Architecture, Harry N. Abrams Incorporated, New York, 1976

Nalan Yılmaz, 10 Şubat 2003, Hürriyet, A
gora

*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License

2 Eylül 2009 Çarşamba

Piet Mondrian'ın Doğal ve Soyut Gerçekliği

20. yüzyıl başlarındaki pek çok öncü sanatçı gibi Hollandalı Piet Mondrian da (1872–1944) geleneksel sanat anlayışından kurtulup yeni sezgilerle, yeni amaçlarla yeni bir şeyler ortaya koymak gerekliliğine inanır. Biçimsel sorunlar üzerinde durarak görüntülerin ardındaki gerçekliğe ulaşmanın yollarını düşünür. Amsterdam Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitiren sanatçı Hollanda’da kaldığı yıllarda doğacıdır. Natürmortlar, portreler, pastoral sahneler, manzaralar, akşam görünümleri resmeder.


15 Ağustos 2009 Cumartesi

Aphorisms

Everyone looks for someone who can listen and approve oneself. He or she stands aloof from people who says their opinions honestly because everybody wants to hear good words about own.

Spirits who strolls around the earths are free only.

There is not a thing that is called 'eternity' or 'end'. Even if there is both of them exterminate eachother with clash.

A person who could get away from images which reverberate from opinions and achievements of others can be reach own.


Pain is inside. It is burning and burner. Even it is turned to pain at the end there are beautiful times and moments which lives. Before finenesses end, they are filled to take to heart. When they get lost the insides of heart will pilot.

Nalan Yılmaz, 1998

*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Düşüncelerin Akışı

Gecelerce ay ışığında oynaşan dalgalarda ve denizin derinliklerinde geçmiş ve gelecek yaşamlardan, anlatılanlardan izler arardı. Yanına yalnızlığı alarak duyduğu seslere koşardı. Dalga seslerinde varlığını hissettiği denizlerin efendisinin gümüşlü sarayından hiddetli bakışlarıyla yüzeye çıkmasını beklerken tutunduğu dalgalı saçların tekrar derinlere çekmesini düşler ve rüyalar alemine girerek gerçekleri görürdü.

Öfkesi denizin öfkesine karışıyordu. Kumsala vuran hırçın dalgalarda, kopan fırtınalarda üşüyordu bir yaz akşamında. Zeus’un çakan şimşeğiyle arada bir aydınlanıyor, kuduran sessiz denizin içindeki fırtınayla birleşiyordu. Üç çatallı zıpkınıyla Poseidon’un ne zaman görüneceğini merak ediyordu. Öfkenin göklerden yağdığını ve insanların kaçıştığını görüyordu ama rüzgarın kesilip, şimşeğin çakmayacağından, dalgaların durulacağından ve Zeus’un sakinleşeceğinden ümitliydi. Yıldızların bir yanıp bir sönerek gökyüzünde yerlerini birer birer alacaklarından emindi o yaz akşamında...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Hiçbir Şey Dünyamı Değiştirmeyecek

Arada bir acilen dinleme isteği uyandıran vazgeçemediğim, hiçliği hissettiren harika şarkı:


Albüm: Let It Be
Çıkış tarihi: 1970
Söz yazarları: Lennon/McCartney
 
The Beatles - Across The Universe
 
 Words are flowing out like endless rain into a paper cup,
They slither while they pass they slip away across the universe
Pools of sorrow, waves of joy are drifting through my opened mind,
Possessing and caressing me
Jai guru de va om
Nothing's gonna change my world
Nothing's gonna change my world
Nothing's gonna change my world
Nothing's gonna change my world

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Bireysellik ve Topluma Uyum

İnsan kendi gibi birçok bireyden oluşan toplum içinde yaşar ama kalabalık içinde bir birey olduğunun farkında değildir. Bu, tarih içinde doğu toplumlarına özgü bir durum olarak gösterilir. Batı medeniyetinde birey bilinci Rönesans'la birlikte önem kazanmıştır. Ortaçağın kapalı ve kilise kurallarına göre hareket eden toplumları içinde sanat ve sanatçılar dini konular üzerine ve kiliseyle ilgiliydi. Kişiler ön plana çıkmazdı. 15. yüzyıldan itibaren kültürel ve sosyal ortamlarda birey kalabalıklardan sıyrıldı. Kendine, diğerlerine ve dünyaya bakıp yeni bir şeyler oluşturmak gerektiğinin farkına vardı**. Basmakalıp düşünce ve dogmalardan kurtulabilmenin yollarını aradı. Sanat ve bilim kilisenin baskısından çıkıp*** daha açık, evrensel ve dünyevi bir hal alıyordu. Kişide dünyadaki her şeyi araştırma ve düşüncesini ortaya koyma isteği belirdi. Yapılan işin yanında isimlerden de söz edilir oldu. Bütün bunlar o çağ için yenilikti, çok kolay kabullenilip benimsenen şeyler değildi. Her değişim gibi sancılı ve sıkıntılı bir dönem sonucu ortaya çıkmıştı...

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Melankolik Kadın

Melankoli

Beni en güzel günümde / Sebepsiz bir keder alır / Bütün ömrümün beynimde / Acı bir tortusu kalır / Anlayamam kederimi / Bir ateş yakar tenimi / İçim dar bulur yerini / Gönlüm dağlarda dolanır / Ne bir dost, ne bir sevgili / Dünyadan uzak bir deli / Beni sarar melankoli / Beni sarar melankoli / Ne kış ne yazı isterim / Ne bir dost yüzü isterim / Hafif bir sızı isterim / Ağrılar, sancılar gelir/ Yanıma düşer kollarım / Görünmez olur yollarım / En sevgili emellerim / Önüme ölü serilir / Ne bir dost, ne bir sevgili / Dünyadan uzak bir deli / Beni sarar melankoli / Beni sarar melankoli

Söz: Sabahattin Ali  Müzik: Ali Kocatepe

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Batı Resminin Özelliklerinin Osmanlı'ya Girişi

Osmanlı İmparatorluğunun Batı’ya açıldığı, Avrupa ülkeleri ile siyasal ve ekonomik ilişkiler içinde olduğu 18. yüzyılda Batı resminin özellikleri de Osmanlı’da uygulanmaya başlamıştı. Lale Devri ile birlikte saraya pek çok Batı eşyası giriyordu. 18. yüzyılda Levni’nin ve Buhari’nin minyatürlerinde yeni biçim ve tekniklerin yanı sıra yeni konulara da yer veriliyordu. Portreler, tek yaprak halinde kıyafet resimleri, çiçekler ve meyveler görülüyordu. Üçüncü boyut arayışları, düzlemlerin ayrılması, manzaraların, doğa kesitlerinin gerçekçi renkleri, gölgelemeler belirgin özellikler. Figürlü minyatürlerde ışık-gölge uygulamaları, hacimli Batı örneklerine uygunluk gösteriyordu. Bu dönem manzaralarında da ışık-gölge ve perspektife dikkat edilmişti. Yüzyılın sonlarında minyatür azalmış ve 19. yüzyıl başlarında son örneklerini vermişti.
 
"Minyatür ve duvar resminde batı kökenli denemeler tıpkı Batı resminde olduğu gibi özellikle görsel gerçeğin bilimsel yöntemlerle yorumlanması üzerinde yoğunlaşır. 16. yüzyıldan öteye Batı resminde görsel,gerçek veya üç boyutlu konuyu iki boyutlu tuval üzerinde verme çabası hep perspektif kuralları aracılığıyla uygulanmaya çalışılmıştı. Doğuya bakıldığında betimlemelere kavramsal düzeyde yaklaşıldığı yüzyıllar boyu düşsel bir yerin biçimlendirildiği görülür. Osmanlı sanatçısı Doğu resim anlayışından Batı’nınkine geçerken bir takım aşamalar da geçirmişti. Batı resminin kendine özgü olan derinlik, uzaklık, gölgeleme, tonlama, kütle, hareket gibi nitelikleri Osmanlıda birbirinden bağımsız olarak uygulanmış ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı resminin kuralları tümüyle ele alınmış ve tuval üzerine yağlıboya tekniğinde tablolar yapılmıştı” (1).

24 Temmuz 2009 Cuma

Anadolu Selçuklu’da Çini Teknikleri

Uygurlara kadar uzanan Türk çini sanatı Anadolu’da Selçuklular döneminde önemli bir gelişme gösterir. Uygurlarda yer döşemesi olarak kullanılan çiniye, Karahanlılar ve Gaznelilere ait yapılarda da rastlanır. 13. yüzyıldan itibaren mimaride her türlü yapının iç ve dış yüzeylerine kaplanan çini Anadolu’ya Büyük Selçuklu’dan geçmiştir. Anadolu çinilerinde Büyük Selçuklu sanatında görülen motiflere yer verilmekle birlikte yeni desen, renk ve tekniklerde uygulanır. Çini erken dönemlerde cami, mescit ve mezar anıtı gibi dini yapılarda görülürken daha sonraları medrese, köşk ve saraylarda da en önemli süsleme öğelerinden biri haline gelir.

Dini yapılarda mor, yeşil, firuze, lacivert renkli sırlanmış çini parçalarının alçı zemin üzerinde bir araya getirildiği Mozaik Çini Tekniği ve sırlı tuğla göze çarpar. İslam inancında ibadet edilen yerlerde insan ve hayvan figürünün bulunması yasak olduğundan genellikle geometrik desenler, yıldızlı geçmeler, rumi ve palmet gibi soyut bitkisel motifli kıvrık dallar ve iri kufî ve sülüs yazı süslemeleri uygulanıyor. Bu teknikle yapılmış çinilerin örneklerine Kayseri Kölük Camisi’nde, Divriği Kale Camisi’nde, iyi korunmuş olarak Malatya Ulu Cami’nde (1224), Sivas’taki İzzettin Keykavus Şifahane ve Türbesinde (1217) rastlamak mümkündür. 1251 tarihli Konya Karatay Medresesi çini, mozaik çini ve kabartma tekniğinde zengin renklere sahip çinileriyle önemlidir. Duvarları, kubbesi ve tonozları çini ile kaplanmış medrese Selçuklu çini sanatının en muhteşem örneği olmuştur...

21 Temmuz 2009 Salı

Konya Türbeleri

Selçuklu Devletinin başkenti olan Konya Selçuklu mimari özelliklerini gösteren pek çok yapının yanı sıra kümbetleri ve türbeleriyle de ünlüdür. Konya’da Selçuklulardan kalan en eski mezar anıtı Konya Alaeddin Camisinin avlusundaki 12. yüzyıla ait II. Kılıçarslan Türbesi'dir. Gövdesi kesme taşlardan on yüzlü prizma şeklinde yükselen türbenin üzeri tuğladan dıştan on köşeli bir piramitle içten kubbe ile örtülüdür. Türbenin içinde Selçuklu Sultanlarına ait çeşitli boylarda sekiz çinili lahit vardır. Sağdan ikinci lahidin başında “Ey Tanrım bu türbenin sahibi şehid ve rica eden fetihler babası Kılıçarslan bin Mesud’u esirge” yazılıdır.

Mevlana Türbesi 1230 yılında basit planlı olarak Mevlana’nın babası için yaptırılmıştır. 1273 yılından sonra dini ve sosyal amaçlı birimler eklenerek dergaha dönüştürülmüştür. “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız, bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir” diyen Mevlevilik Tarikatı’nın kurucusu Mevlana insan sever, barış yanlısı ve büyük yol göstericidir. Dört fil ayak üzerinde yükselen Yeşil türbe’nin (Kubbe-i Harda) çeşitli şekillerle ve yazılarla süslü kubbesinin altında Mevlana ve Sultan Veled’in lahitleri bulunuyor. “Gökkubbeden daha iyi türbe mi olur?” diyerek bu konudaki düşüncesini dile getiren Mevlana’nın türbesi oğlu Sultan Veled’in isteği üzerine yapılmıştır. Türbenin içi alçı kabartmalarla, kalem işi nakış ve yazılarla süslüdür. Mevlana'nın lahiti dönemin ahşap işçiliğinin en güzel örneklerindendir...


16 Temmuz 2009 Perşembe

Trendsetter Madonna

Trendemotre'deki kim bu trendsetter'lar adlı yazıdan bir kaç cümle: "...Trendsetter’ları ‘halktan’ ayıran en önemli nokta trendlerin yaşam süreci. Çünkü bir şey ‘moda’ olunca, trendsetter’lar için cazibesini yitiriyor... Trendsetter’lar, açık görüşlü, önyargısız ve yeni stilleri denemeye hazır insanlardan oluşuyor genellikle. Başkalarını görünüş, zevk ve hayat tarzlarına göre yargılayan insanların trendsetter olma ihtimali pek yok. Değişimin kaçınılmaz olduğunu düşünüyor ve parçası olmaktan mutluluk duyuyorlar. Sürekli yeniliklerin peşinden koşuyor ve denenmemiş şeyleri herkesten önce yapmaktan çekinmiyorlar... Bu bağlamda “Kimdir trendsetter?...diyerek bazı isimler sıralanıyor ve bunların arasında Madonna da var...

10 Temmuz 2009 Cuma

Hiç ol!


Tam da bu bloga uyan bir söz:

*Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol! Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir. s: 328

*Sufi der ki "Başkaları hakkında hüküm verip yargıda bulunacağıma ben kendi içime bakayım." Sofu der ki "başkalarının her kusurunu bulup çıkarayım." Ama unutmayın çoğu zaman, başkalarında hata bulanlar kendileri hatadır. Teferruata ineyim derken bütünü kaybederler. Ağaçlara bakmaktan ormanı göremezler.  s: 320

Şafak, Elif, Aşk, Doğan Kitap, İstanbul, Mart 2009, 1. Baskı


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...