21 Şubat 2018 Çarşamba

Gökyüzünü Çalan Betonlar ve İstanbul'un Ruhu

İstanbul, doğup büyüdüğüm ve yaşadığım şehir. Ne onunla ne onsuz yapamadığım. Bu aralar soyağacını araştırmak gündemde ama sanırım 1850'ye kadar gidilebiliyor. Ben bakmadım zaten biliyorum. Fatih Sultan Mehmet bu eşsiz şehri 1453'te aldıktan hemen sonra atalarım İstanbul'a yerleşmişler. Yaklaşık 500 yıl önce... Anadolu'da 230 yıl hüküm süren Karamanoğulları Beyliği'nin merkezi Konya'dan Çatalca'ya göç etmişler. Piri Reis'in dedeleri gibi... Karamanoğulları Türkçe dışında bir dilin konuşulmadığı ve Oğuzlar'ın Avşar boyundan gelen Türkmen beyliklerinin en önemlilerinden biridir. Ne mutlu ki Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK'ün de soyu Karamanoğullarına mensup Türkmenler'e dayanır. Babamın doğup büyüdüğü Çatalca'ya bağlı küçük yerleşim birimine -dedem ve babaannemi- ziyaretlerimizde doğada yaşayıp doğal yiyeceklerle -şimdiki deyişle organik- beslenmenin değerini son on beş yılda anladım. Ne yazık ki dedem, babaannem ve babam artık yaşamıyor ve Çatalca'nın o küçük yerleşimi de fabrikalarla, sanayiyle, etrafındaki çok katlı sıradan konutlarla bir mahalle artık.

İstanbul'da 2000'lerin ilk yıllarından itibaren süren dönüşümün hızına yetişilemiyor. Üsküdar'daki ilkokulum yıkıldı, Beşiktaş'taki üniversite binası yıkıldı. Yıllar içinde büyüyen başka bir üniversite tarafından yutuldu. Sadece imar anlamında değil toplumsal ve yaşam şekli açısından da çarpıcı bir değişime şahit oluyoruz. 20 yıl önceki kültürün, sanatın, eğlencenin, yeme içmenin merkezi Beyoğlu ve Taksim de eskisi gibi değil.* Önemli bir sergi olmadığı sürece oraya gitmek içimden gelmiyor. Eskiden ne zaman Beyoğlu'nda dolaşsam "Türkiye'nin en modern, çağdaş, hareketli, eğlenceli ve ruhu olan yeri burası. Ötesi yok." diye düşünürdüm. Kişisel, entelektüel, sosyal, felsefi ve ruhsal gelişime katkısı olan AKM, sinemalar ve film festivalleri, tiyatrolar, sergi salonları, müzeler, kitapçılar, kitap fuarları, konser mekanları, kafeler, barlar, restoranlar, mağazalar, mimari detaylar, tramvay ve babamın atölyesi... İstiklal Caddesi'nde yürürken aynı zamanda başımın üzerindeki gri bulutlardan her an yağmur yağacak gibi bir melankoli havası sezerdim. -Beyoğlu'nun yüzü aydınlığa ve medeniyete dönük olsa da- Asya ve Avrupa arasında kalmış bir coğrafyada yaşamanın getirdiği çelişkiler ister istemez bu havada olmayı gerektiriyor. Bir yandan çeşitliliğin, farklı kültürlerin zenginliği, bir yandan karmaşıklığı... Sadelik arayışı içindeki  insanın zıtlıklarla ve karmaşa ile beslenmesi ya da çaresizliğe ve ümitsizliğe sürüklenmesi. Netlik ve kesinlik peşindekilere göre değil bu durum. Çoğunlukla olasılıkların belirsizliği içine çekilme söz konusu.

Beyoğlu'nun 1990'lardaki hareketli, yoğun kültürel ve sanatsal ortamının 20 yılda artacağına azalmasının pek çok sebebi var elbette. Değişim dönüşüm kaçınılmaz ancak günün koşullarına uygun olarak ileriye dönük, Cumhuriyet'in kazandırdığı özgür ve çağdaş yaşamı destekliyorsa, özellikle gençlerin ufkunu açarak umut etmesini; hayallerine ve kendine inanmasını sağlayacaksa iyidir. Zaman akarken insanları ve yapıları da yıpratıyor. Hüzünlü olsa da hayat böyle. Eskimiş tarihi yapıların korunması amacıyla aslını bozmayacak bir şekilde restore edilip veya onarılıp yenilenmesi gerekebilir. Ama anıların yaşandığı mekanların kapanıp, yıkılıp yerine avm veya sıradan binaların yapılması ve restorasyon adı altında Osmanlı yapılarının bile aslından çok uzak bir görünüme ulaşması da üzücü. Bir de şu var: üstü örtülür veya dile getirilmez pek ama 1950-60 yılları arasında Menderes iktidarında yol açmak için onlarca tarihi yapı ve Osmanlı dönemine ait cami satıldı, yıkıldı. Osmanlı tarihini ve Cumhuriyet tarihini doğru kaynaklardan araştırmayanların ve okumayanların bu konularda bilinçli olarak sürekli iftiralarla yalan tarih üretenlere inanması huzursuz edici. İnsanların manipüle edildiğini fark edip, doğru ve yanlış, gerçek ve yalan ayrımını kendi aklını kullanarak anlayabilmesini umuyorum.

Ve günümüz İstanbul'u yeniden inşa ediliyor. Nereye baksanız çirkin ve estetik yoksunu bina ormanlarıyla -bina ve ormanın yan yana kullanılması oksimoron gibi- karşılaşıyorsunuz. Parkları, sabah kuş sesleriyle uyanmayı ve gece bülbül şakıması ile uyumayı sağlayan ağaçları, kültür merkezleri ve konut düzenleri olarak daha yaşanabilir bir semtte otursam da kentsel dönüşümün yol açtığı sıkıntılara da tanık oluyorum. Tamam sağlam olmayan evlerin deprem yönetmeliğine göre yenilenmesi gerekiyor bunu anlıyorum.** Yine de devasa vinçler, canavar hafriyat kamyonları, beton mikserleri, yıkım ve inşaat malzemelerinin sebep olduğu sağlıksız ortam, hava kirliliği***  ve gürültü bir de üstüne müzmin trafiği daha da kötüleştirmesi şehirdeki günlük hayatı oldukça güçleştirip strese neden oluyor. Ayrıca sokaklarda, toplu taşımalarda insanların sinirli ve asık suratlı yüzleri, çıldırmaya, kavgaya, bağırmaya hatta saldırmaya hazır halleriyle de karşılaşılıyor. Toplumsal bir sevgisizlik, vicdansızlık, anlayışsızlık, bencillik ve tahammülsüzlükle çevriliyiz sanki. Düşünceli, saygılı, kibar, iyi, yardımsever insanlar nereye gitti? Tüm bunlar her geçen gün İstanbulla olan bağımı zayıflatıyor. Köprüden veya denizden karşı yakaya geçerken gördüğüm panoramik manzara, az sayıdaki park veya bahçelerde kısa süreli nefes alışlar, deniz kenarı yürüyüşleri veya anılar bile bu durumu hafifletemiyor. Pencereden baktığımda müteahhit veya inşaat firmalarının daha çok kazanç uğruna yıktıkları binalara en az 3-4 kat eklemeleri sonucu gökyüzünün kapandığını görüyorum. Nasıl ki ağaçlar azaldıkça hava değişiyorsa, kirleniyorsa binalar da yükseldikçe kent kararıyor. Kasvetli, boğuk ve bunaltıcı bir hal alıyor ve bu insanın ruh haline de yansıyor.

Kentin içindeki az sayıdaki arsaları satın alan inşaat firmaları 'bulutlara yakın' yaşam diyerek 30-40 katlı betonları inşa ederken, projelerini övüp ne kadar kazanç elde edeceklerini memnuniyetle açıklıyorlar. Genellikle kendileri doğa veya büyük bahçeler içinde veya manzaralı en fazla üç katlı villalarda oturuyorlar. Gerçi o firma almasa diğeri alıp projesini uygulayacak. Türkiye'de öyle çok inşaat firması var ki. Bir tanesi de zaten betonlaşmış alanların arasına bir kez olsun kazancı düşünmeden toplum ve kamu yararına yeşil alan, kültür ve sanat merkezi yapsın. Kâr amaçlı avm dükkanları yerine, kent içinde huzur bulunacak ağaçlandırılmış yürüyüş ve spor alanları planlasın. Yüzlerce milyonluk ya da milyarlık başka büyük projelerle zaten kazanç elde ediyorken topluma hizmet, ülkesine değer katmak ve uygar bir dünya adına. Çok ütopik bu sanırım. Bunlar sadece belediyenin mi görevidir? Ayrıca Kış Olimpiyatları'na bakın bir Türkiye adı geçiyor mu? Bireysel çabasıyla hazırlanıp katılan birkaç sporcu sonuncu sıralarda yer alabiliyor. Bir ülkenin gelişmişliği sadece  inşaat faaliyetleriyle değil yaşam standartlarının kalitesi, kültürü, bilimi, sanatı ve sporuyla olur.  Tüm bunlara destek olunsa uygar dünyaya daha yakın oluruz belki.


İstanbul'u anlattığı kitabıyla nobel ödülü alan Orhan Pamuk'un "Sevdiğim İstanbul'u yok ettiler. Hatıralarımın yok edildiği İstanbul’un bu yeni halini sevmiyorum. Batı’da sıklıkla yaşıyorum ama İstanbul her zaman benim evim. Eviniz değişimden geçse bile orası sizin evinizdir ve bu değişmez." dediği bir haber okumuştum geçtiğimiz aylarda. Onun ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın bazı romanlarında İstanbul'un ruhunu fark ediyorsunuz. Aslında eski sokaklarında yürüyün, Boğaz'da, bahçelerde veya tarihi yapılarında gezinin. Aceleyle değil gerçekten hissederek ve yavaşça bırakın kendinizi ona. Bütün seslerden soyutlanıp kulak verip dinleyin. O anlatsın size olup bitenleri ve düşüncelerini sakince.  Bir kez de bencilliğinizden sıyrılıp kendinizi onun yerine koyarak anlamaya çalışın. Değer bilmeyenler tarafından her açıdan çok fazla üzerine gidiliyor ve hırpalanıyor. Zıtlıklar, karşıtlıklar içinde var olmaya çalışıyor. Ormanları yok edilse de kapasitesinden fazla insanla ve betonla dolsa da, özgürlüğü elinden alınıp kafese tıkılmış kırgın ve üzgün bir kuşa benzese de, gün geçtikçe -tüm Türkiye gibi- Araplaşsa da binlerce yıl öncesine dayanan tarihiyle ve yaşanmışlıklarıyla hâlâ hipnotize eden bir şehir İstanbul. 


*Geçmişte birçok anımızın olduğu kültür sanat adına gurur duyduğumuz Atatürk Kültür Merkezi de yıkılıyor. Restorasyon ve sağlamlaştırma değil. Basbayağı yıkım. Taksim bildiğimiz ve sevdiğimiz Taksim değil artık.
** Evler deprem yönetmeliğine göre yenileniyor ama kentte var olan az sayıdaki yeşil alan da başka projeler için harcanıyor. Depremde evinden çıkan insanların toplanma alanları yok denecek kadar az. 
***  Kent içindeki betonlar, inşaatlar,  üçüncü köprü, üçüncü havalimanı nedeniyle kuzey ormanlarında ağaçların kesilmesi, ekolojik sistemin bozulması iklimi de etkiliyor. Kar yağamıyor. Normalin dışında hortum, dolu, fırtına görülüyor. Yağış yok ama hava puslu, kasvetli ve kirli.

*****Bu sayfadaki yazının, videonun ve fotoğrafların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.   

2 yorum :



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...