Gecelerce ay ışığında oynaşan dalgalarda ve denizin derinliklerinde geçmiş ve gelecek yaşamlardan, anlatılanlardan izler arardı. Yanına yalnızlığı alarak duyduğu seslere koşardı. Dalga seslerinde varlığını hissettiği denizlerin efendisinin gümüşlü sarayından hiddetli bakışlarıyla yüzeye çıkmasını beklerken tutunduğu dalgalı saçların tekrar derinlere çekmesini düşler ve rüyalar alemine girerek gerçekleri görürdü.
Öfkesi denizin öfkesine karışıyordu. Kumsala vuran hırçın dalgalarda, kopan fırtınalarda üşüyordu bir yaz akşamında. Zeus’un çakan şimşeğiyle arada bir aydınlanıyor, kuduran sessiz denizin içindeki fırtınayla birleşiyordu. Üç çatallı zıpkınıyla Poseidon’un ne zaman görüneceğini merak ediyordu. Öfkenin göklerden yağdığını ve insanların kaçıştığını görüyordu ama rüzgarın kesilip, şimşeğin çakmayacağından, dalgaların durulacağından ve Zeus’un sakinleşeceğinden ümitliydi. Yıldızların bir yanıp bir sönerek gökyüzünde yerlerini birer birer alacaklarından emindi o yaz akşamında...
Denizle ilişkisini geliştirdikçe ayın denizin üzerinde asılı kalışının, denizin karanlığında derinliklerinin ayı çağırdığının ve onun da düşeceğinin farkına varıyordu. Gündüzleri gökte ışıldayan güneş denizin maviliğine yansırken kapanan gözleri ve hayalleriyle sonsuzluğa bakıp sessizlikte sadece eskilerden gelen bir melodi gibi dalgaların sahile vuruşunu duyardı. Azgın denize derinliklerine alıp güzelliklerini göstermesi için yakarmıştı. Yüzeyden baktığında görememişti. Dalgalarını gönderip onu uzaklara götürmesini ve içine almasını istemişti. Böylece onunla bütünleşebilirdi. Zamanı gelince onu yüzeye çıkarmaları için deniz dalgalarına emir vermişti. Kumsala döndüğünde gördüğü deniz yıldızlarını avucuna alıp suya fırlatmıştı ama dalgalarla anlaşan deniz yıldızları tekrar sahile vurmuşlardı. Onları toplayıp tekrar atmıştı ama ölmeleri pahasına geri dönmelerini anlayamamıştı. Neden denizden kopuyorlardı? O henüz denizin parlak saçlarına sımsıkı tutunuyordu.
Duyguları bir ırmağın akışında bir kıyıdan diğerine sürükleniyordu. Gece ona küsmüştü o da geceye. Bir dostluktaki hafif atışmalar sonrası dargınlık gibi. Düşünceleri rüzgarın savuruşunda bir yerden diğerine sürükleniyordu. Her an bitiverecekmiş gibi deniz ona o denize dosttu.
Çoğu zaman denizle birleşen güneşin sanki denizin arkasına veya içine giriyormuş gibi ufukta battığını algılardı. Böyle anlarda suyun üzerindeki kızıllık ve gökyüzünün inanılmaz renkleri karşısında büyülenirdi. Sonsuzluğun, hiçliğin gözyaşları olan denizin her halini muhteşem buluyordu. Olağanüstü güzellikleri tüm duyuları ile algılarken denizden irili ufaklı ve renkli çakıl taşları toplayıp sektirirdi. Güneş batışında, tam kaybolurken en tepesini gördüğü anda üç taş alıp denize atar ve dilek dilerdi.
Fırtınalı günlerde kabarıp coşan görkemli dalgaların kumsalı ıslatıp denizin dibinden altın gibi kum ve bin bir çeşit kabuk getirmesini, aniden patlak veren fırtınaya yakalanan plajdaki insanların şaşkınlıklarını, sahilden denize doğru uçan eşyalarını yakalamaya çalışmalarını izlerdi. Denizin gece ve gündüz böylesi azgın hallerinde fotoğraf çeken gökyüzünün kızgınlığının denizler kralına yansımış olduğunu anlardı. Zeus’a kurban mı sunulmamıştı yoksa Hera’ya mı sinirlenmişti? Hoplayan atlarının çektiği arabasının üzerinde, etrafında deniz yaratıklarıyla dolaşan Poseidon Zeus’un öfkesine engel olamıyordu belki de. O nedenle dalgaları kabartıp denizi altüst ediyordu.
Kendini düşüncelerin akışına bırakmıştı. Hiç müdahale etmediği için olduğu gibi geliyorlardı. Yine isyan duyguları kaplamıştı içini. Tüm sahtelikleri, oyalanmaları geri gönderiyordu. Yüzeysel sunuşlardan hoşlanmıyordu. İnsan tıpkı doğa gibi, her şeyi kapsayan evren gibi muhteşem bir sunuştu. Mükemmel olmayan insanın kendini ortaya koyuş şekliydi. Tüm iyilikleri ve kötülükleri, olan biten ve olacak olanı kendinde barındıran, irade sahibi ama nereye ne için koştuğunu bilmek bir yana bilmeye giden yola girmek istemeyendi insan. Neydi tüm çelişkiler? Neydi bastırılanlar? Hislere ve duygulara her zaman yeri vardı. Bir yere götüremiyor gibi görünseler de sezgileri, hayalleri ve düşleri başının tacıydılar. Akıl ve mantığı bir kenara koyuyordu. Çağrılmadıkları şölenlere neden her zaman koşarak geldiklerini anlamıyordu ama onlar her şölende başköşede yerlerini alıyorlardı. Sıfatları sevmiyordu. Tanımlara karşı da bir yakınlığı yoktu. Aklın ise karanlıklarda fener olma çabasını yadsımıyordu ama o fenerden daha güçlü bir ışığın peşindeydi.Yüreğinin acılara mahkum edilmiş ve hüzünlere zincirlenmiş olduğunu, zalimlerce didik didik edildiğini hissediyordu zamansızlıkta. Söyleyemedikleri çoğalıyor ama söylenenlerden yer bulamıyordu. Gözyaşının zaferinin en önde gittiğini kahkahanın ise yenilginin öfkesi olduğunu duyumsadı.
Yüreğinin tutunduğu dallar koparılmış, derinliklerindeki hayallerine göz konmuş, kapıları sevinçlere kapatılmıştı. Her bir yanına sinsi bir his çöreklenmişti. Kalbinin yaprak yaprak baharlarını beklediğini, ellerinin dal dal tazecik pencerelerde süründüğünü, süzülmüş gözyaşlarının gökyüzünün grisini çağrıştırdığını düşündü. Suskun dağları gözünün önüne getirdi. Zirvesindeki beyazlık gizli kapakların açılması için bir işaret miydi? Etrafına bakınıyor kendi kafasındakileri görmeye çalışıyordu. Düşüncelerin cisimlenişini ve coşkuların dans edişini algılayabilmek için zorluyordu kendini. Bulunduğu ortamdan kopuyor ve başka boyutlara atlıyordu. Kendisini engin denizlerde kaybolma pahasına rotasını bilinmeyene çevirmiş bir denizci gibi görüyordu. Belki hepsi yanılsamaydı, kendi de yanılgı içindeydi.
Nalan Yılmaz, 22 Ocak 2006, Hürriyet, Agora
*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.
0 comments :
Yorum Gönder