Sayfalar

20 Haziran 2014 Cuma

Balat, Fener, Kariye, Mihrimah Sultan ve Fatih

8 Haziran sabahı arkadaşlarımla mini İstanbul turlarımızdan birini daha gerçekleştirmek üzere Üsküdar iskelesinde buluştuk. Haliç hattına giden motora binerek yarım saatlik keyifli bir yolculuk sonrası Ayvansaray'a geldik. Hava bir güneşli bir bulutluydu. Yağmur yağacak gibiydi ama yağmadı. Öğle saatlerinde güneş çıktığında epey sıcak oldu o ayrı. Haliç'te seyir halindeyken tarihi yarımadanın siluetini bozan o çirkin köprünün altından da geçtik tabi. Ayvansaray'da parktaki boş salıncaklarda sallanmayı ihmal etmedik :).  Park içindeki akıllı bisiklet kiralama sisteminde sorun vardı sanırım. Hiç bisiklet olmadığı gibi kilit sistemleri de parçalanmıştı nedendir bilinmez. Bisiklet kullanmaya teşvik etmesi açısından güzel bir uygulama. Ne var ki halkın da yeterince özenli olması gerekiyor. Ayvansaray'dan doğuya doğru yürüyerek kiliseleriyle ve sinagoglarıyla ünlü Balat'taki Özel Balat Hastanesi'nin önüne geliyoruz. 19. yüzyılın sonlarına ait bu yapı taş yığma ve zamanının eklektik mimari özelliklerini yansıtıyor. Neo Klasik unsurlar da dikkat çekiyor. Fener'de İstanbul Rum Ortodoks Patrikhane'sinin 1601 yılından itibaren merkezi olan Aya Yorgi Kilisesi bulunuyor. İstanbul Patriği 6. yüzyıldan bu yana Ekümenik Patrik olarak dünyadaki tüm Ortodoksların ruhani lideri kabul ediliyor. Kilise'nin onarım çalışmaları 1991'de tamamlanmış.

Bedrettin Dalan döneminde kıyıdaki fabrikalar yıktırılıp sahil yolu açılan Balat ve Fener'de yan yana sıralanan farklı renklerdeki, üç dört katlı, bazıları harap küçük bir kısmı ise onarılmış Yahudi ve Rum evleriyle dar ve yokuş sokaklar tarihi dokuyu belirgin biçimde hissettiriyor. Küçük esnafı; dükkanları; çoğu 1930 öncesinden kalan, ahşap veya tuğla örülü duvarlara sahip cumbalı evleriyle mahalle yapısını henüz koruyor.  30-40 yıllık özelliksiz beton binalar da eski ve yeninin bütünleşmesini simgeliyor. Ancak Kentsel Dönüşüm Projesi burada da etkili olmuş. Sit alanı olduğu için evlerde onarımlara izin verilmediğinden yıkık dökük yapılar da göze çarpıyor. Evlerin özgün hali bozulmadan restore edilerek yaşam alanına dönüşmesi canlılığı artıracaktır. Osmanlı'da Rumların ve Yahudilerin yerleştiği bölgede bugün çoğunlukla Müslümanlar yaşıyor. Üç dine inananlar ve dünya kültürel mirası için de öneme sahip bu semtler.


Bugün çok az öğrencisi olan Fener Rum Lisesi  1881-83 yıllarında kentin  5. tepesine inşa edilmiş. Ne yazık ki Pazar günü olması nedeniyle kapalıydı ve içini göremedik ama arkasındaki Mesnevihane Camii bahçesinden girip oldukça yakından fotoğraf çekme fırsatı bulduk. Çocukların oynadığı bahçede minik bir tarla da vardı. 1844 yılında Nakşıbendi Şeyhi Murat Efendi tarafından yaptırılan bu mesnevihane mescit, dersane, derviş hücreleri, kütüphane, şadırvan, cümle kapısı, mutfak ve selamlık odası gibi birimlerden oluşuyormuş. Ancak birçok bölümü yıkıldığı için günümüze ulaşmamış. Rum Lisesi ise Fransa'dan getirilen kırmızı tuğlalarla kaplı ve Kırmızı Mektep diye de anılıyor. Haliç'e hakim yüksek bir tepe üzerinde kurulan ve cephesiyle 19. yüzyılın mimari özelliklerini yansıtan kubbeli ve taş bina uzaklardan da görülebiliyor ve kaleyi andırıyor.


İsmail Ağa Cami sokağından, Draman ve Fethiye caddelerinden geçiyoruz. Burası İstanbul'un oldukça farklı bir bölgesi. 20 yıl önce Bizans mimarisiyle ilgili bir ödev hazırlamak için (Pammakaristos Manastırı (1290-92) - Fethiye Cami) dolaştığımızda da böyleydi aslında.  Kara çarşaflı kadınlar ile sarıklı, cübbeli ve sakallı adamlar. Her birini camide namaz kıldıran imam zannedebilirsiniz ama değiller tabi ki. Osmanlı döneminde kalmış ve Cumhuriyeti kabullenememiş bir mahalle görünümü var.  Fener ve Balat'taki evlerle kıyaslanamayacak kadar sıradan ve hiçbir estetik barındırmayan beton binalarla çevrili, kimi yokuş kimi düz sokaklarda ilerleyerek daha önce birkaç kez gezdiğimiz Kariye'ye ulaşıyoruz. Kariye çevresinde ahşap, cumbalı yapılar farklı renklerde ve merdivenli girişlere, güzel kapılara sahip. Ayrıca eski bir Osmanlı konağı görünümündeki ve Osmanlı mutfağından lezzetler sunan Asitane Restaurant da Kariye'nin sokağında. Biz biraz yorucu bir yürüyüşten ve havanın iyice ısınmasından dolayı müzenin önündeki Pembe Köşk Cafe'de oturup bir şeyler içtik.


Pek çok onarım geçirerek günümüze ulaşan Khora* Manastırı Kilisesi (Kariye Müzesi) dıştan tipik tuğla duvarlarıyla, üst yapısı kubbe ve tonozlarla örtülü yalın bir Bizans kilisesi görünümünde. İçinde ise son dönem Bizans resim sanatının en güzel örneklerini (14. yüzyıl) görmek mümkün. Orta Bizans Dönemi'nden sonra kilisenin her bölümü bir şeyi temsil eder. Kubbe gökyüzünü simgeler ve burada Pantokrator İsa yer alır. Pantokrator İsa'nın çevresinde genellikle dört baş melek, kubbe kasnağında havariler tasvir edilir. Bizans anıtsal resim sanatı olan mozaik, fresko ve ikonalar dışında el yazmalarındaki minayatürler açısından da gelişkin örneklere sahiptir.


Kariye'nin iç ve dış narteksinde kronolojik olarak Meryem'in ve İsa'nın hayatından sahneler mozaik tekniğiyle resmedilmiş: Anna'ya Müjde, Meryem'in Doğuşu, Bethlehem'e Gidiş, İsa'nın Doğuşu, Doğudan Gelen Üç Kral, Mısır'dan Dönüş, Kana Düğünü Mucizesi, Ekmeğin Çoğaltılması, Pantokrator, Kalke İsa'sı, Kurucunun İthafı, Dua eden Meryem ve Ana Melekler vs... Ek şapelde (Parekklesion) ise apsis yarım kubbesinde ve apsiste mezar şapeline uygun Anastasis (Diriliş), Mahşer gibi konuların freskleri bulunuyor. Alt bölümde tek figürler yukarıda ise büyük kompozisyonlardan oluşan freskler bütün duvarları, pandantifi, kemerleri ve üst örtü sistemini kaplıyor. Naos (ana mekan) kapalı olduğu için giremedik ama orada da Koimesis Mozaiği -Meryem'in ölümü- yanı sıra Hodegetria (Yol gösterici) Meryemi ve İsa Mozaiği var. Kariye mozaikleri ve freskleri derinlik perspektif anlayışları, üç boyutluluk, hikayelerin canlı bir şekilde sunulup antik unsurların devam ettirilmesi gibi özellikleriyle Rönesans'ında öncüsü gibi. Ortaçağ'da İtalya'da Bizans sanatı resim geleneği uygulanıyor.


Müzeden çıkıp biraz etrafta geziniyoruz ama bir şeyler yemek için tekrar kafeye dönüyoruz. Yemek sonrası keyif kahvelerimizi ve çayımızı içip yan taraftaki çoğunlukla çinilerin olduğu hediyelik eşya dükkanına göz gezdiriyor ve surlara doğru yürüyoruz. Bizans kara surları Edirnekapı'dan Balat'a devam ediyor. Edirnekapı'da surlar bakımsız. Merdiven kenarında trabzan olmaması çıkış ve inişlerde tehlike işareti. Ayrıca merdivenlerde kırık şişe parçaları da bulunuyor. Sura çıkınca geniş açılı panaromik manzara ile karşılaşıyoruz. Kariye Müzesi turistler tarafından epey ilgi görürken burada tek tük gezinen kişi var. Aslında Tekfur Sarayı'na da gitmeyi planlamıştık ama Mihrimah Sultan Camii (1565)  görüp ona yönelince ters tarafta kaldı. Caddeden geçip ulaştığımız caminin son cemaat yeri restorasyondan dolayı kapatılmış. İçine giriyoruz ve yine Mimar Sinan'ın yeteneği karşısında büyüleniyoruz. Birbiriyle uyumlu her bir mimari öğe dantel gibi özenle işlenmiş sanki. Çok sayıdaki pencereler içeride son derece aydınlık bir atmosfere neden oluyor.


Sıcak ve kalabalığın bunaltıcılığı eşliğinde külliyenin önünden Fatih istikametine doğru devam ediyoruz. Caddenin sol tarafında kalan Vasat Atik Ali Paşa Külliyesi Camii (1502) iç ve dış mimarisindeki sadeliğiyle dikkat çekiyor. Çok kubbeli örtü sistemine sahip ve önünde son cemaat yerinin bulunduğu cami birçok kez onarılmış ve dış duvar dokusu orijinal görünümünü kaybetmiş. II. Bayazıd döneminde sadrazam Atik Ali paşa tarafından yaptırılan ve iki sıra kesme taş, üç sıra tuğla ile inşa edilen yapı ulu cami plan şemasının uygulanması açısından önem taşıyor.

Ve yolumuzun üzerindeyken uğramadan edemeyeceğimiz Fatih Külliyesi (1463-1470). Biz oradayken ikindi namazı vakti olduğu için caminin avlusu ve içi oldukça kalabalıktı. Camide avlunun üç kanadı, taç kapısının tamamı, mihrap ve iki minareden şerefeye kadar olan kısımlar orijinal. Mimarı Sinan-ı Atik. 1776 yılındaki depremden hasar gören cami III. Mustafa tarafından baş mimar Tahir Ağa'ya yeniden yaptırılmış. Kubbe çapı 26,10 cm, yüksekliği 44 cm. Merkezi kubbenin mihrap bölümü yarım kubbe, yan kısımları üçer kubbe ile örtülü. Oldukça geniş bir alana yayılmış ve üç ana eksen olmak üzere beş eksenli Fatih Külliyesi Osmanlı'nın ilk düzenli külliyesidir.


Cami'den çıkıp kalabalık içinden yürümeye devam. Yenikapı'dan Marmaray'la Üsküdar'a geçip akşam saatinin güzelliğini, Salacak'taki bir kafede İstanbul'un yeni ve eski bölgelerinin zıt siluetlerine bakarak çıkarmaya çalışıyoruz. Tarihi yarımadada minareler, Maslak bölgesinde gökdelenler göğe yükseliyor. Her yerin betonlaşmasına tanık olmak sıkıntı verici. Ağaçları ve doğayı savunanları anlamak gerekiyor. Kamusal alanlar özelleştirilip halka kapatılıyor veya kapalı avmlere (İstanbul resmen avm cehennemi), otellere, sitelere ve plazalara dönüştürülüyor. İstanbul'un yeni gökdelenlere ve Brooklyn, Toskana, Manhattan isimli çakma ve kitsch sitelere değil açık alanlara, parklara ihtiyacı var. Bu bir kısır döngü. Yeni binalar yapıldıkça oraya yerleşim ve haliyle trafik sorunu artacak. Trafiği çözebilmek için alternatif yöntemler gerekecek ve bir zamanlar cinayet denilen üçüncü köprü projesi devreye girecek. Ormanlık alanlar yok edilirken yeni yerleşimler olacak ve yine trafik sorunu gündeme gelecek.

Yapılarda mimari ve sanatsal özelliklerden bahsedemedim. Yoksa yazı uzayıp giderdi  :). Bu tür detayları merak edenler zaten araştıracaktır, öyle değil mi? İmparatorluklar şehri İstanbul'un hazineleri bitmez. Biz göremediğimiz yerler için bir kez daha Ayvansaray, Balat ve Fener'e gideceğiz. Ayrıca ya kendimiz planlayıp ya da profesyonel turlara katılarak İstanbul'un kültür katmanlarında yolculuğa devam edeceğiz.

Not: Fotoğraflar için Hakan Artan'a teşekkürler.

*Khora taşra, kırsal alan anlamında. O zaman bu bölge öyleymiş.

*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir. Creative Commons License

1 yorum :