Sıradan
pazar günlerinden biriydi. Haftanın bu son gününde dışarı çıkmaktan hoşlanmazdı.
Gazete, kitap okur, müzik dinler ve uyurdu. Televizyon izlemezdi. O günde
odasında müzik dinlerken kuzeni aradı. Havanın güzel olduğunu söyleyip yürüyüş
yapmayı teklif etti. Dışarı çıkmaya niyetli değildi ama bir yandan kuzeninin
davetini geri çevirmemek diğer yandan da sıkıntılı ruh halinin havanın
etkisiyle biraz da olsa azalacağını düşündüğünden olumlu cevap verdi. Hemen
üzerini değiştirdi. Teyzesinin oturduğu eve doğru yürümek için sokağa çıktı.
Hava gerçekten
iyiydi. Yarı yolu geçmişti ki kuzeniyle karşılaştı. Her buluşmalarında olduğu
gibi hemen koyu bir sohbete daldılar. Her seferinde somut olaylardan sıyrılıp,
soyuta, hayali ve düşünceye dayalı konu ve kavramlara yönelirlerdi. Kendisini
ve olayları sorgulaması ve bunlar üzerinde düşünceler oluşturmaya çalışma
çabası hiç bitmiyordu. Her duruma bir açıklama getirmeye çalışıyor, bir sebep
arıyordu. Kendiliğinden amaçsız oluşabileceklerine karşı da katı değildi. Hep
çelişkiler içinde kalıyordu. Beyazdan griye, griden siyaha gidiyor, tekrar
beyaza dönebiliyordu. Aslında
yaşamda her şeyin bir sebebinin olması gerekmediğini biliyordu. Fazla determinist
yaklaşım içinde olmayı da doğru bulmuyordu. Her şey modernlik çerçevesinde
nesnel ve rasyonel olup bu mantıkla açıklanmayabilirdi. Netliğin olmadığı,
belirsizliğin hâkim olduğu bir karmaşanın yaşandığı geçiş dönemi içinde. 20. yüzyıldaki
gelişmeler bunu göstermişti...
Belirsizlik ilkesi nedeni değil tesadüfü, nesneli değil özneli öngörüyordu. Ya
da o öyle algılıyordu. Bazen bir anının diğerine uymadığını düşünürdü. Çoğu zaman hüzünlü, yılgın, hatta kaybolmak ve buharlaşmak isteği içindeyken bazen
de inanılmaz bir yaşam coşkusunun ve enerjisinin içinden taştığını hissederdi. Her
iki durumda karşıt uçlardı ama iki halini de seviyordu. Kendini suçladığında da
bir böcek gibi hissettiğinde de ya da bilinçliliğinin farkında olarak kendiyle
gurur duyduğunda da. İnsanlardan uzak durduğunda ve en yakınlarıyla bile arasına mesafe koyduğunda bile onları, onlarla olan ilişkilerini
düşünürdü; geçmiştekileri, şimdiyi. Sokakta yürürken ona ışıltı veren, olumlu
bir duygu uyandıran birini -genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek- gördüğünde onun
için iyi temenniler içinde olurdu. O kişileri ilk kez görse de ve hiç tanımıyor
olsa da.
Kuzeniyle
bir süre yürüdükten sonra marketten içecek bir şeyler alıp bahçede oturdular.
Hava kararmak üzereydi. Sohbet sırasında toprak üzerinde kuru bir dal parçasına
benzeyen ama hafif nemli olan ve kımıldayan bir şey gördü. Kuzenini dinlerken
bir yandan da onu inceliyordu. Hafifçe bükülerek ilerlemeye çalışan ve dal
parçası gibi görülen bu şeyin bir solucan olduğunu fark etti. Onun yapısı
gereği hiç acele etmeden ilerleme çabasını hayranlıkla izledi. Doğadaki her
canlı kendi organsal yapısı içinde sınırlarıyla basit döngüsünü sürdürüyordu. Hayvanlar ve bitkiler böyleyken insan neyin
arayışı içindeydi? Kendi neyi arıyordu? Niye bu bütünlüğün içinde yerini bulamıyordu?
Solucan ne yaşayacaksa onu yaşıyor. Oysa insanlar! Sartre'ın dediği gibi kendi
gerçeklerini kendileri mi yaratıyorlardı? Yoksa zaten önceden belirlenmiş ama
kendisinin bilmediği yolda seçimlerinde serbestçe ilerleyip özgür olduğunu mu
düşünüyordu? Belki kendi seçme özgürlüğü vardı, belki içinde bulunduğu şartların
esiriydi. Bir şekilde başlayan sürecin devamını getiriyor, rolünü oynuyordu.
Bunun kendi elinde olup olmadığını düşünmek çok mu önemliydi? Basit bir söylem
gibi gözükse de yaşanacak olan yaşanmıyor muydu? Önceden belirlenip bilinse de
ya da tam tersi olsa da.
Hava
iyice karardı. Hafiften üşüdüler. Eve dönmek üzere kuzeninden ayrıldı. Annesi
bazı siparişler vermişti. Market kapanmadan onları alacaktı. Defalarca yürümüş olduğu
sokaktan geçerken yine zihni boş değildi. Zihnini boşaltabildiğini hiç
hatırlamıyordu; uykusunda bile. Sokakta her zamankinden farklı bir hava solumadı.
Olağan halindeydi; birkaç insan yürüyordu, tek tük araba geçiyordu, bir de
motosiklet üzerinde iki genç vardı ama yollarına devam etmiyor arada bir durup
şakalaşıyorlardı. Bütün bunlar ona tuhaf görünmedi.
Sokağın
caddeye açılan kısmına kadar yürüdü ve hep yaptığı gibi karşı kaldırıma geçti. Geçmeden
önce sağa baktığında motosiklet üzerinde gençleri gördü. Oldukları yerde
duruyorlardı. Adımını kaldırıma attığı anda güçlü bir şekilde sol omzunda asılı
duran çantasının sapının çekildiğini fark etti. Ne olduğunu anlayamadan kendini
asfaltta yüzüstü yatarken buldu. Kötü bir şeyler olduğunu hissetti. Çok ani ve
kısa süreli bile olsa bağırdığını duydu. Ancak ilk anda sapının birini tuttuğu
sırt çantasının diğer sapına asılan kişi bağrış sonucu önde yürüyen iki adamın
arkalarına döndüğünü görünce panik olup kaçtı. O ise yerden kalktı. Üzerini
silkeledi. Sırt çantasının sapının kopmuş olduğunu gördü. Oldukça sakindi.
Yanına gelen adamlardan biri nasıl olduğunu sordu. İyiydi. Sanki birkaç saniye
önce böyle bir olay yaşayan, yere sürüklenen kişi o değildi.
Çantasının
içinde fazla para yoktu. Üstelik çanta da eskiydi ve değerli değildi. Maddi
yönden bir hırsızı tatmin edecek hiçbir şey yoktu. Çantayı kapabilmiş olsalardı
hayal kırıklığı yaşayacaklardı. Bütün bunlara rağmen onu bırakmamasının nedeni
kolundan tamamıyla kurtulamamasının yanı sıra -ki bu yüzden yere düşmüştü- onu
sıkıca tutuyor olmasıydı. Düşünce de bırakmamıştı çünkü içinde anlam yüklediği
ve onun için önemli olan bir şey vardı: saatlerini vererek özenle ve zevkle
aktardığı yazıların bulunduğu defter. Çalmaya çalışanların eline geçtiğinde
belki bir göz gezdirilip çöpe fırlatılacakken, onun el üstünde tuttuğu, dost
bildiği bir nesne ama sahip olunabilecek, parayla satın alınabilecek herhangi
bir nesneden öte.
Nesneye
anlam verdiğimizde, onun bir ruhu olduğunu düşündüğümüzde -çünkü onu gerçek ve
değerli kılan biziz- ondan kopmamız da kolay olmuyor. İçindekileri defalarca
okumuş olsa da onunla geçirdiği vakitlerin tadına doyamıyordu. Böylesine
alıştığı bir şeyden kopmak belki de o an için korkunç geldi. Yoksa fiziksel olarak yaşadığı korku değildi. Defter sanki onun ruhuydu,
kendisiydi. 'Gizli ve bilinmeyen bir itkiyle' hareket etti. Kendisini oluşturmada destek veren, yol gösteren, her eline aldığında hüzünle gülümseyen o defterdi.
Çoğu zaman içinde yazılı olanlar melankoliye,
umutsuzluğa itse de çalınsaydı çok üzülecekti. Cansız bir varlığa bağlanmak doğru
değildi elbette. Ancak bağlı olduğu maddi bir nesne değildi. Barındırdığı;
zamanı, binlerce yılı aşan, sonsuzluğa giden fikirler ve düşünceler, insan
ruhunu yansıtan, yaşamı anlamlı kılan sözlerdi. Elbette defter gittiğinde
bunlar kaybolmayacaktı. Onda bıraktığı etki kalacaktı. Eve
gitmeden önce markete uğradı. Annesinin siparişlerini aldı. Birkaç dakika önce ufak bir saldırıya uğrayan sanki o değildi.
Nalan Yılmaz, 8 Nisan 2001
*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir. 2008-2018
0 comments :
Yorum Gönder