15 Haziran 2015 Pazartesi

Kafka'nın Çizimleri

Franz Kafka, 1922
Franz Kafka (1883-1924) romanlarında 20. yüzyıl başında modern hayatın getirdiği yalnızlığı, yabancılaşmayı, anlamsızlığı ve içsel huzursuzlukları simgesel ve karamsar bir bakış açısıyla aktarır. O yıllarda Ekspresyonist ressamlar da çağın olumsuz ve yozlaşmış yanlarını toplumsal bir eleştiriyle resimlerinde yansıtırlar. Yargı, Dava, Şato, Dönüşüm, Açlık Sanatçısı, Ceza Kolonisi, Amerika vb. kitapların yazarı Kafka, Çek kökenli olmasına rağmen ana dili Almancadır. Babasının isteği üzerine hukuk eğitimini tamamlar. Pek çok hikâyesinde yer verdiği babasının baskıcı ve otoriter kişiliği, Kafka’nın kendine yönelik eleştirilerinde aşırıya kaçmasına, korkular, çelişkiler ve bunalımlar yaşamasına yol açarken, dünya ile kurduğu ilişkiyi de belirler. Ailesiyle kaldığı evdeki küçük odası iç tedirginliklerini gizleyebileceği, daha da çökkünleşeceği bir sığınaktır. Yakasını bırakmayan, yabancılaşmanın kenti Prag gibi melankolik ve hafif kasvetli bir kentte yaşıyor olması ruhsal durumuyla da örtüşür. Aslında Kafka hiçbir yere ait değildir. Her zaman bir yabancıdır ve ötekidir. “Yapamıyorum, kendi yaşamımın saldırısına, kendi kişiliğimden kaynaklanan istemlere, yaşın ve zamanın yıpratmalarına, yazma tutkusunun belli belirsiz zorlamalarına, uykusuzluğa, deliliğin sınırına varmaya dayanamıyorum. Bütün bunları yalnız başıma taşıyabilecek güçte değilim.”

5 Haziran 2015 Cuma

Sonbahar'da Saklıkent Kanyonu

2014 Kasım ayındaki bir haftasonu gezisini henüz yazma fırsatı buluyorum :) Daha önce yine aynı arkadaşlarımla Adrasan'a tatile gitmiştik. Harika bir denizi ve doğası olan Adrasan'da kalıp Olimpos, Çıralı, Demre, Myra ve Kekova'yı gezmiştik. Aslında bir ara oraları da yazmalı. Bu kez arkadaşlarımdan birinin kız kardeşinin düğünü için İstanbul'daki nikahta aniden karar verip sonraki haftasonu Kaş'a hareket ettik. Dalaman'dan transferle yaklaşık 2.5 saatte Kaş'a vardık. Düğünün ilk aşaması Kaş'ın köylerinden birindeydi. İki arkadaşımla birlikte onların köye yolculuk saatine yetişemedik.  Vakit kaybetmeden araba kiralayıp yakınlardaki antik yerleşimleri ve doğal parkları gezmeyi planladık. Kaldığımız apart otele küçük bavullarımızı ve sırt çantamızı bırakıp yola çıktık.

İlk olarak Fethiye'ye 40 km, Kaş'a ise yaklaşık 60 km uzaklıktaki  Saklıkent'e gittik. Kaş'tan Saklıkent'e giderken Kalkan'a kadar solumuzda kalan Akdeniz manzarası oldukça güzeldi. Özellikle Kaputaş Plajı'nın bulunduğu bölge. Eşen çayının bir kolu olan Karaçay'ın üzerindeki Saklıkent'i ilk kez 15 yıl önce kız kardeşlerimle Fethiye tatili sırasında gezmiştim. O zaman yaz mevsimiydi, su daha sakin ve alçaktı. Jeolojik çatlama sonucunda meydana gelen sarp ve derin  vadide, buz gibi akan kaynak sularının içinde ıslanarak, halatlara tutunarak, büyük kayaların ve taşların üzerine inip çıkarak doğal parkurda epey ilerlemiştik. Duvarların arasına sıkışan kayalarla, dar yarıklarla karşılaşılan bazı bölümleri zorlu, gayret isteyen ama son derece eğlenceli bir yürüyüştü. Üstelik yaz sıcağında oldukça serinletici bir aktiviteydi. Bu kez Kasım ayı olduğu için hava bulutlu ve serindi. Kanyonu gezmeden önce su kenarındaki birkaç restorandan birinde bizim gibi acıkmış ördeklerin ve sevimli yavru köpeklerin eşliğinde karnımızı doyurduk. Yöresel kilimler üzerindeki yer minderlerinde oturulan ve keyif için hamak da olan mütevazi restoranlar boştu haliyle. Çok fazla yiyecek çeşidi de yoktu. Zaten sadece birkaçı açıktı. Yerli yabancı binlerce kişinin ilgisini çeken ve ziyaret ettiği bir yer olduğu için yazın daha farklıdır.

22 Mayıs 2015 Cuma

Selçuklu'nun ve Mevlana'nın Kenti Konya - 1

Anadolu Selçuklu Devleti'nin ve Karamanoğulları Beyliği'nin başkenti, Mevlana'nın şehri Konya'yı ne zamandır görmek istiyordum. 6 ay öncesinden arkadaşlarımla biletleri aldık ve Mayıs'ın üçüncü Pazar günü Türkiye'nin sanayisi gelişmiş büyük şehirlerinden biri olan Konya'ya uçtuk. Havaalanından önceden kiraladığımız arabayla Mevlana Müzesi'ne çok yakın olan kentin merkezindeki Rumi Otel'e geldik. Oteldeki odadan ve terastan müze ve yeşil kubbesinin görülmesi de hoş bir sürpriz oldu. Erken akşam yemeğimizi otelin terasında yedikten sonra Sille köyüne hareket ettik.

Sille, Konya merkeze 8 km uzaklıktaki, Frigya, Roma, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yerleşimin olduğu eski bir köy. Adı Yunan mitolojisindeki Silene'den geliyor. Ayrıca kaynayıp, coşup akan su anlamında Silenos'tan geldiği de ileri sürülüyor. Sille antik dönemlerden beri ticari ve kutsal yerlere giden yollar üzerinde yer aldığı için önemini korumuş. Sit alanı olan küçük ve şirin köyde volkanik kayalara oyulmuş kiliseler, 371 tarihli restore edilmiş Aya Elenia Kilisesi, eski ve otantik ahşap ve taş malzemeden yapılmış Rum evleri, köprülü Sille Çayı, baraj, Karataş Cami, Ak Cami, Mormi Câmi, Şeytan Köprüsü, el yapımı ürünlerin sergilendiği sanat atölyesi, eski bir şapel olan Zaman Müzesi, bir kısmı müze olan Sille Hamamı, testi ocakları görülebilecek yerler arasında. Akşam saati gittiğimiz köyde küçük bir gezinti yaptık: içlerinde mezarlar olan, bakımsız iki üç katlı mağaraların ve kilisenin çevresinde, köy içinde taş sokaklarda dolaştık. Aya Elena kilisesinin içine giremedik. Güneş batınca da ışıklandırmayla başka bir havaya bürünen köydeki Silenos Cafe'nin terasında çay, kahve içip hoş ve bol kahkahalı zaman geçirdik.

10 Mayıs 2015 Pazar

Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar “Biz Mektup Yazardık” Sergisi’nde!

İş Sanat Kibele Galerisi’ndeki “Biz Mektup Yazardık” Sergisi geçmişi günümüze taşıyor.

Bursa’nın ufak tefek yolları
Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
Tepeden tırnağa şiir gülleri
Yiğidim aslanım burda  yatıyor

İşte mürekkep bu dizelerdeki gibi damlar Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kaleminden… Sanatçı, 64 yıllık hayatına sığdırdığı sanat tutkusunu, aşklarını, sevinçlerini, hüzünlerini, dostluklarını çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Anadolu’nun naifliğiyle yakın dostu Nâzım Hikmet’e yazdığı bu dizelerdeki gibi aktarır kâğıda ve tuvallere… Onun şiirlerindeki ve tablolarındaki narlar, dutlar, ayvalar kimi zaman sevdiği kadına duyduğu özlemi kimi zamansa amansız bir kara sevdayı anlatır. Babasından Batı Edebiyatı’nı, annesinden Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı öğrenen sanatçı Anadolu’nun toprak damlı evlerinden, İstanbul’un martılarından, köpüren denizinden, Âşık Veysel’in sazından dem vurur.

Bedri Rahmi Eyüboğlu iç dünyasını tuvallere ve şiirlere aktarırken sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının önemli isimleriyle gerçekleştirdiği, yaşadığı döneme ışık tutacak mektuplaşmaları da tarih yolculuğundaki yerlerini alıyor.  Güzel Sanatlar Akademisi’nde başlayıp Paris’te süren eğitim hayatından, resim tutkusunun peşinden gittiği Anadolu’daki yurt gezilerine kadar sanatçının yaşamından birçok kesiti yansıtan mektuplar, “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi ile İş Sanat Kibele Galerisi’nde ilk kez gün yüzüne çıkıyor.  Sergi, hem sanatçının kaleme aldığı hem de kendisine gelen yüzlerce mektubun Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından uzun soluklu ve titiz bir çalışma ile kitaplaştırılmasına paralel olarak hayata geçiriliyor. Sanatçının gelini Hughette Eyüboğlu’nun hazırladığı, editörlüğünü Rûken Kızıler’in üstlendiği kitabın ve serginin tasarımı Emre Senan tarafından gerçekleştirildi.

Resim-Edebiyat İlişkisi ve Eskiz Defteri Sergisi

Sanat tarihinde edebiyat, müzik, sinema, resim, mimari, heykel ve diğer sanat dalları arasında etkileşim olduğunu görürüz. Sanatçı kendisini çevreleyen pek çok şeyden esinlenebilir. Çok yönlü Rönesans sanatçıları birden çok sanat dalında yetkindirler: Düşünür, mimar, mucit, matematikçi, anatomist, müzisyen, heykeltıraş, yazar, ressam Leonardo da Vinci; ressam, heykeltıraş, şair, mimar Michelangelo; mimar, müzisyen, oyun yazarı, ressam, kuramcı Leon Battista Alberti vb. isimler sayılabilir. 20. yüzyılda Wassily Kandinsky, Franz Kupka gibi bazı ressamlar müzikten etkilenir. Arnold Schönberg, Paul Klee, Semiha Berksoy -opera sanatçısı- hem müzisyen hem ressamdır. 20. yüzyıl başlarında Almanya’da kurulan, Rönesans atölyelerini örnek alan ve plastik sanatları bir bütün olarak düşünen Bauhaus Okulu’yla farklı sanat disiplinleri iç içe geçer.

Resim ve edebiyat ya da yazı arasındaki ilişki ve kitap resimlemenin geçmişi ise Çin, Orta Asya ve Mısır’da M.Ö. 2. yüzyılda ilk kez uygulanan minyatürlü el yazmalarına kadar dayanır. Daha sonra Yunan, Roma, Avrupa, İslam, Selçuklu, Osmanlı’da yüzyıllar boyunca bu geleneğe devam edilir. İngiliz William Blake (1757-1827) şair, ressam ve gravürcüdür. Şiirleri ve resimleri düşsel ve doğaüstü bir dünyaya davet eder. 19. ve 20. yüzyılda kısa süreli akımlar ve okullar içinde ressamlar, mimarlar, heykeltıraşlar, tasarımcılar ve yazarlar birlikte hareket ederler. 19. yüzyılda İngiltere’de birlik oluşturan Ön-Raffaellocu ressamlar doğayı yansıtmakla beraber edebiyattan, şiirden yola çıkıp resimler yaparlar. Bu resimlerin çoğunda şiirsel bir atmosfer dikkat çeker. Fransa’da Romantik ve Sembolist ressamlar için edebiyat önemlidir. Dönemin bohem ressamları, şairleri ve yazarları yakın dostturlar. Fransız şair Charles Baudelaire ‘Salon Sergileri’ ile ilgili eleştiri yazıları kaleme alır. Arkadaşı Eugene Delacroix Faust ve Hamlet; Honore Daumier Don Kişot ve Gargatua’dan konuları çizgilerle ve renklerle tuvale ve kağıda aktarırlar. 19. yüzyılda gravürlü kitaplar da yaygındır. 1936’da Sürrealistler 19. yüzyıl şairi Lautreamont’un ‘Maldoror’un Şarkıları’ adlı kitabını görselleştirirler. Aşkı, özgürlüğü ve şiirsel imgeyi önemseyen Sürrealistler için Fransız şairlerinden Lautreamont ve Rimbaud öncülerdendir.

29 Nisan 2015 Çarşamba

Ressam Nazmi Yılmaz'ın Sergileri

Hayattan ayrılışının 11. yılında sevgi, saygı ve özlemle anıyorum.

Ressam Nazmi Yılmaz (23 Ocak 1944, İstanbul - 29 Nisan 2004, İstanbul)  

Kişisel Sergileri 

1-   12 Şubat - 1 Mart 1982, Tünel Cep Galeri, İstanbul 
2-   5 - 30 Kasım 1982, Tünel Cep Galeri, İstanbul 
3-   14 Ekim - 5 Kasım 1983, Tünel Cep Galeri, İstanbul 
4-   Mayıs 1984 Tünel Cep Galeri, İstanbul 
5-   3 - 24 Kasım 1984, Sevimce Sanat Galerisi, Fenerbahçe, İstanbul 
6-  15 Şubat - 6 Mart 1985, Siyah - Beyaz Sanat Galerisi, Kavaklıdere, Ankara 
7-  24 Nisan - 10 Mayıs 1985, Cüzzamla Savaş Derneği, İstanbul 
8-   14 Mayıs - 7 Haziran 1986, Vepa Sanat Galerisi, İstanbul 
9-    4 - 22 Nisan 1987, Tünel Sanat Galerisi, İstanbul 
10-  8 - 22 Ekim 1987, Füzen Sanat Galerisi, İzmir 
11-  24 Mayıs - 10 Haziran 1988, Siyah - Beyaz Sanat Galerisi, Ankara 
12-  7 - 27 Ekim 1988, Bütün Zamanlar Sanat Galerisi, Bakırköy, İstanbul 
13-  24 Mart - 12 Nisan 1989, Tünel Cep Galeri, İstanbul 
14-  1 - 14 Aralık 1990, Üsküdar Belediyesi Sanat Galerisi, İstanbul 
15-  15 Şubat - 11 Mart 1992, Ürün Sanat Galerisi, Tünel, İstanbul 
16-  7 - 26 Aralık 1992, Büyükşehir Belediyesi, Taksim Sanat Galerisi 
17 -  23 1992, 1993, 1994, 1995, 1996, 1997, 1998 Efes Müzesi ve Efes Celsus Kitaplığı, İzmir 
24-  17 Eylül - 5 Ekim 1993, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Sanat Galerisi, İzmir 
25-  7 - 27 Ekim 1994, Tünel Cep Galeri, İstanbul 
26-  6 - 29 Aralık 1995, Atatürk Kitaplığı, Taksim, İstanbul 
27-  1996 D.Y.O. Sanat Galerisi, İzmir 
28-  20 Mayıs - 5 Haziran 1998, Barometre, Beyoğlu, İstanbul 

17 Nisan 2015 Cuma

Göztepe 60. Yıl Parkı'nda Laleler

Bu sene ilkbahar gelmek de biraz zorlansa da arada bir gerçekten baharı hissettiğimiz günler de oluyor. Bir gün hava güneşli 17 derece iken başka bir gün rüzgarlı, yağmurlu ve 11 dereceye uyanabiliyoruz. Mayısa çok az kaldı. Baharı yaşamadan yaz gelecek diye endişeliyim. İlkbahar ve sonbahar en sevdiğim mevsimler. Nisan'da Japonya'da Sakura ağaçları açan harika kiraz çiçekleriyle göz kamaştırıyorsa İstanbul'da da erguvanlar, laleler var. Japonlar dostluk simgesi olarak dünyada sadece dokuz ülkeye -ki Türkiye'de onlardan biri- bu ağaçların fidelerinden vermiş. Ne yazık ki hepsini son derece sınırlı zamanlarda görebiliyoruz. Özellikle Sakura ağacının çiçekleri en güzel halindeyken dökülüyor. Bu da güzelliğin, gençliğin geçiciliğini anımsatıp hafif ve tatlı hüzne sebep oluyor. Zaten dünyadaki herşey geçici olduğu için güzelliklerin keyfine varabilmek gerekiyor.

Göztepe 60. Yıl Parkı, Laleler

10 Nisan 2015 Cuma

Fransız Realist Ressamları

19. yüzyılın ortalarında Gustave Courbet, Honoré Daumier ve Jean François Millet'nin içinde bulunduğu Realizm çağdaş Batı resminin oluşmasına bir hazırlık gibidir. Gerçekler karşısında hayal dünyası değil doğa bilimi ve teknik kurallar geçerlidir. Doğanın değerini bilerek sevgi duyarlar. Düşsel romantik manzaraların veya tarihsel konuların yerini yaşanılanlar alır. Antik Yunan, Roma veya Hıristiyan konularına, mitolojiye, kahramanlıklara yer veren, ‘sanat sanat içindir’ diyen, belirli kurallar içinde idealist ve mükemmeliyetçi Klasisizm ile geçmişe özlem duyan, duyguları ve coşkuyu önemseyen, simgesel ve melankolik Romantizm sonrası Realizm kolay benimsenmez. Küçük bir sanatçı grubu arasında kalır. Çoğu kişi fotoğraf gibi olduğunu düşünür. Oysa bireyselliklerinin yansıdığı bağımsız tarzlarıyla bu üç gerçekçi sanatçı salonlarda sergilenen resimlerin aksine Paris’in hızla modernleşen kent ve kırsal hayatını gösteren, eleştirel, anlamlı, içten, içerik açısından zengin ve yaşayan sanatın yanındadırlar.
Gustave Courbet, Ressamın Atölyesi,1855

2 Nisan 2015 Perşembe

Dolmabahçe Sarayı'nın Süsleme Özellikleri

Dolmabahçe Sarayı
19. yüzyılın ortasında Padişahların oturması için yaptırılan Dolmabahçe Sarayı'nın iç ve dış bezemelerinde Batı'ya yakın eklektik anlayıştan söz edilebilir. Sarayda Rönesans, Barok, Rokoko, Ampir, Neo-klasik gibi akımların özelliklerine uygulanır. Sütunların başlıklarının birinci ve ikinci katta farklılık göstermesinde ve bodrum katı pencere özelliklerinde Rönesans etkileri görmek mümkündür. Yapıların iki ana kat ve bir bodrum katından oluşması da Rönesans saraylarının örneklerini hatırlatır. Ancak Rönesans sarayları bu derece süslü cephelere sahip değildir. Sarayın cephe süslemelerinde S ve C formları, bitkisel formlar, kapıları taçlandıran bölümlerde ve kulelerde kıvrımlı kesik alınlıkların ortalarının motiflerle bezenmesi, yan kanatların oval olması ve bol süs Barok ve Rokoko özelliklerdir. Yuvarlak motifler, girland motifleri, çerçeve içinde bloklanmış yazılar, podyum üzerinde sütunlar, kilittaşının belirginliği, anıtsal görünüm, Zafer Takını andıran kapı girişleri, üçgen alınlıkta motifler, simetrik düzen, boş bırakılmış dikdörtgen alan gibi Ampir ve Neo-klasik ögelere de yer verilir. Kapıların ve Muayede Salonu cephesinin çok süslü olmasında İspanyol saray ve katedrallerinin süslemesiyle benzerlik kurulabilir. Magrib mimarlığında içte ve dışta yoğun bezeme kullanılır. 14. yüzyılda inşa edilen El Hamra Sarayı bu üslubu en iyi temsil eden örnektir. İspanyol Barok saray ve katedrallerinin bol süslü olmasında Magrib üslubunun etkileri de vardır.

18 Mart 2015 Çarşamba

Alberto Giacometti Sergisi

20. yüzyıl sanatında önemli bir yere sahip İsviçre asıllı heykeltıraş ve ressam Alberto Giacometti’nin (1901-1966) Türkiye’deki ilk retrospektif sergisi 11 Şubat’ta Pera Müzesi’nde açıldı. Müzenin 5. ve 4. katlarında 26 Nisan’a kadar izlenebilecek olan ve belirli başlıklar altında ele alınan kapsamlı sergi Paris’teki Giacometti Vakfı’nın katkılarıyla ve vakfın yöneticisi Catherine Grenier’in küratörlüğünde düzenlendi. Cenevre Güzel Sanatlar Okulu’nda, İtalya’da ve Paris’te sanat eğitimi alan sanatçının Paris Montparnesse’taki 23 m2’lik atölyesinde çalıştığı desenleri, yağlıboya resimleri, büstleri, heykelleri; mektuplar ve çeşitli yayınlar gibi arşiv belgeleri; atölyesinde çekilmiş fotoğrafları; gençlik yıllarından son yapıtlarına kadar bir seçki* ile birlikte sunuluyor. Çoğunlukla bronz olan heykellerinin arasında az sayıda alçı ve mermer de bulunuyor.

Küçük yaşlardan itibaren heykel ve resimle uğraşmaya başlayan ve sanat hayatı boyunca insan figürünü ön planda tutan sanatçı; babası İsviçreli ressam Giovanni Giacometti etkisiyle ilk yapıtlarında Yeni İzlenimci örnekler verir. Portrelerinde özenli ve açık tonlamalarla ustaca renk uygulayışı babasının sanatsal gelişmişliğinden yararlandığını gösterir. 1925 yılından sonra basit ve geometrik formlu Avangard ve Kübist heykel çalışmalarıyla uğraşır. Afrika ve Okyanusya sanatlarına, Kübizme ve Sürrealizme yakınlık duyar. Constantin Brancusi, Alexander Archipenko, Henri Laurens ve Jacques Lipchitz gibi sanatçıların I. Dünya Savaşı öncesine ait modern, kübist, soyut heykelleri Giacometti’ye ilham kaynağı olur. Dinamizm ile sabitliğin, soyut ile figüratifin çelişkisinden rahatsızlık duyan sanatçı hafif ve hayali formlar üzerinde çalışmaya başlar.



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...