melankoli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
melankoli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Nisan 2010 Çarşamba

19. Yüzyıl Batı Resminde Melankoli

Batı sanatında melankolinin tasvirlerine Eski Yunan döneminden beri rastlanır. Bu tasvirler insanın acılarının, kaygılarının, suskunluğunun, sıkıntılarının, yalnızlığının sanatçı üzerinde bıraktığı etkileri ortaya koyar. Ortaçağ'da sanatçılar, toplumsal dengesizliği, büyücüleri, simyacıları, dini baskıları ve kasvetli ortamı gösteren yapıtlar üretirler. Flaman ve Alman ressamlar insanların ruh yapılarını, gülünç ve acınacak hallerini fantastik bir kurgu içinde aktarırlar. Bu dönemde melankoli acedia kavramıyla bir tutulmaya başlar. Acedia, kafakarışıklığından gelen ve bunalıma neden olan üzüntü, enerji düşüklüğü, içsel bıkkınlık, toplumsal yaşamdan uzaklaşmak, ilgisizlik ve tembellik olarak tanımlanır. Zamanı da temsil eden Satürn, melankoliklerin gezegenidir. Ortaçağ’ın sonlarında, melankoli tanrısı Satürn’ün, etkisi altında doğanlara zorluklar ve talihsizlik getirdiğine inanılır.

19. yüzyılda, içinde bulundukları düzenden hoşnutsuz Romantikler, geçmişe ve sonsuzluğa özlem duyarlar. Gerçeklerden kaçıp sezgilere, duygulara, efsanelere, uzak kültürlere, doğaya, mistik ve esrarengiz olana yönelirler. Doğanın görkeminden ve insanın doğa karşısındaki çaresizliğinden etkilenirler. Yüzyılın ikinci yarısında, Sembolistlerin simgesel ifadelerinde hayaller, yalnızlık, düşler, melankoli, gizem, tinsellik önemli unsurlardır. Varlıkların iç dünyalarını, nesnelerin gizini, doğanın ruhunu verirken, çağrışımlara ve sembollere başvururlar. Her sanatçı kendi gördüklerini, yaşadıklarını, edebiyattan aldıklarını, imgelem gücüyle bir araya getirir.

21 Mart 2010 Pazar

"Benim Adım Orman" ve "Serapmış"

Şiddetle Şebnem ferah konserine gitmek istiyorum. Bağırmak, bağırmak, bağırmak olabildiğince... Benim Adım Orman diye "İçimden geçeceksen eğer / Burdayım yürü üzerime / Ateş şiir hepsi benim hazırım ben / Gel gel gel gel / İstersen dinlen içimde / Köklerimden bir şarkı var dilimde / Çıplak ayaklarla gez her köşemde / Gel gel gel gel / Benim adım orman / Örtü yaptım yapraklardan / Serdim herkesin üstüne / Biz hepimiz uyuduk bittik yalnızlıktan /Yeşildim olabildiğince / Yaşlandım maviye değince / Hem gündüz hem gece aklına düşünce / Gel gel gel gel / Benim adım orman / Örtü yaptım yapraklardan / Serdim herkesin üstüne / Sür yüzünü yüzüme korkma yalnızlıktan..."



Benim Adım Orman albümünde özellikle Serapmış, Merhaba, Yalnız, Eski, İstiklal Caddesi Kadar, Bazı Aşklar favorilerim ama albümün tamamı iyi ve güçlü şarkılardan oluşuyor. Son derece içten. Duyguların aktarımı, sözler, müzik ve ses mükemmel. Gerçek sanatçılar çok şanslı. kendini sahici ifade edebilmek, öyle yaşayabilmek, mutsuz ya da mutlu fark etmez bunu yapabilmek maalesef her faniye nasip olmuyor. İçtekiler yansıtılamayınca birikip ya bir sağlık sorununa ya da ruhsal patlamaya neden oluyor.

"Güneş batınca fark ettim / Bütün hayallerim caddeye uzanmış / Tüm doğru bildiklerim asfalta akmış / Hepsi serapmış / Birileri var önümde gerimde / Her yanımda yüreğimde / Kalabalığın içinde dışında / Her yerde yalnızlığımda / Karaya oturmuş eski bir gemide/ Gölgesinden sıkılmış söğütte / Baktığım her yerde her aynada / Mutluluktan sürülmüş / Sanki yasaklanmış biri var / Ellerinden içilmiş şarapta / Gözlerinden okunmuş şiirde / Baktığım her yerde her aynada / Mutluluktan sürülmüş / Sanki yasaklanmış birileri var / Güneş batınca fark ettim / Bütün hayatım caddeye uzanmış / Yolun tam yarısında asfalta akmış / Her şey serapmış..."

Bazı satırlar bana hayatı kaba oyalanmalar gibi gören 19. yüzyıl melankoliği Nerval'i hatırlattı:"Belki sonsuza dek o mutsuzlardan biri de ben olacaktım"..., 'Ölmek, ey ulu Tanrım söz verdiğiniz mutluluk sanki yalnız ölümle gerçekleşecekmiş gibi niçin her an bu düşünce usuma gelip durur?"...,"Nedir bu? mutlulukla arama giren! yazık bize! yalnız kartal bakabilen kazasız belasız utkuya ve güneşe"...

18 Ocak 2010 Pazartesi

John Everett Millais'in Resimlerinde Doğanın Verdiği Hüzün

Küçük yaşta resim yeteneğini ortaya koyan John Everett Millais (1829–1896) Ön-Rafaellocu birliğinin kurucularındandır. Sembolizmin kaynaklarından biri olan bu birliktekilerin resimlerinde ayrıntı önem kazanır, renkler parlaklaşır. Ön-rafaellocular doğadan, tarihten, kutsal kitaplardan, efsanelerden esinlendikleri temalara mistik anlamlar yüklerler. 

Tablolarında duyarlılığını ve imgelem gücünü yansıtan Millais’in Sonbahar Yaprakları resmi hüzünlü atmosferiyle izleyeni çeker. Konusu bir şiirden alınan resimde dört çocuk yaprak yığınının etrafındadır. Arkada mavi tepeli manzara ve sarıyla vurgulanmış gökyüzü görülür. Siyah giysili iki kız figüründen biri iki eliyle sepet tutarken diğeri yaprakları sepete koymak üzeredir. Her ikisinin de bakışları seyirciye dönüktür. Yanlarındaki elinde süpürge olan açık sarı saçlı kız yaprak tepesine bakar. Önde duran, diğerlerinden daha küçük ve elinde bir elma olan kızın bakışları donuktur; belli bir noktaya sabitlenmiştir. Onun yüzünde de diğerlerindeki gibi belirgin bir hüzün vardır. Kızların hoş görünümleri bu üzüntülü anın belirginliğini engellemez. Sembolistlerde kadın güzelliğinde ölüm ve kötülüğün simgelenmesi kaçınılmazsa buradaki kızların güzelliği de ölümü ve hüznü hatırlatır. Zamanın geçiciliği, bu kalıcı olmayan güzellik ve sararmış yapraklarla yansıtılır. 

Londra’daki Tate Galeri’de bulunan Ophelia adlı resmi Ön-Rafaellocu çalışmalar içinde en bilinenlerdendir. Saflığı ve masumiyeti somutlaştıran Ophelia’nın ölü bedeni suyun içinde uzanır. Shakespear’in Hamlet’inde bahsedildiği gibi etrafı farklı çiçeklerle çevrilidir. Hamlet aşkına karşılık vermeyince intihar eden Ophelia Ön-Rafaellocu resimlere özgü bir biçimde hüzünlü bir şiirselliktedir. Doğanın içindeki figür onunla bütünleşmiş gibidir.


NALAN YILMAZ - 8 Eylül 2003 Pazartesi, Hürriyet, Agora

*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.   Creative Commons License

15 Ocak 2010 Cuma

Caspar David Friedrich'in Resimlerinde Doğanın Verdiği Hüzün

Alman romantiklerinden Caspar David Friedrich'in (1774-1840) doğa görünümlerinin yer aldığı resimlerinde duygular ve ruh durumu da yansır. "Resimlerini oluşturan duyguları çok yoğun yaşadığı için zihinsel bir hastalığa yakalanır ve yaşamı trajik bir şekilde son bulur (1). Deniz Kıyısında Keşiş adlı resmi üç bölümden oluşur: İlk planda açık renk bir toprak, ikinci planda köpükle kabartılmış deniz göze çarpar. Üçüncü plan ise ezici bir gökyüzüne ayrılmış. Denizin kenarında toprak üzerinde uzun kahverengi giysili figür gözlerini ufka doğru yöneltmiştir. Uçsuz bucaksız doğa karşısında insanla evrenin bütünleşme isteği ve doğada şekil bulan Tanrı ile insan arasındaki ruhsal bağ vurgulanır. Keşişin bulunduğu toprak; yeryüzü ve insanı, gökyüzü ise Tanrı’yı simgeler. Keşişin üzerinde durduğu uzun ve dar kara parçası dalgalı, karanlık denizle birleşir. Keşiş doğa güçlerinin ortasındaki insan varlığının önemsizliğini anımsatmak ve peyzajın ruhsal boyutunu sezdirmek için oradadır. Başını elleri arasına alması büyük bir keder içinde olduğuna işarettir. Resmin genel havası denizin koyu rengi, gökyüzünün görkemli uçsuz bucaksızlığı; insanın bu durum karşısında yalnızlığı, çaresizliği ve yok oluşu melankolik bir görünüm oluşturur...

9 Ocak 2010 Cumartesi

Gelmiyor




içimden bir şey yazmak gelmiyor

bir şey yazmak gelmiyor içimden

yazmak gelmiyor içimden bir şey

gelmiyor içimden bir şey yazmak


4 Ocak 2010 Pazartesi

Albrecht Dürer ve Melencolia I Adlı Gravürü

Ortaçağ’ın kırsal kesiminin yoksullaştığı, salgın hastalıkların, kıtlıkların yaşandığı ve işgaller sonucu şehirlerin çöktüğü karışık, karanlık ve dini baskılar altındaki ortamından sanatçılar da etkilenirler. Kuzey ülkelerinin sanatçıları dönemin insanlarının içinde bulunduğu durumu, acılı veya gülünç halleri düşlerle birleştirerek resimlerine aktarırlar. Dinsel konuların anlatımına, simgesel, metafizik ve büyücülük ile ilgili yorumlamalara yer verirler. Babası 1455’te Nürnberg’e yerleşmiş bir kuyumcu olan Albrecht Dürer (1471-1528) 15. yüzyıl sonu 16. yüzyıl başında yaşamış Kuzeyli bir ressamdır. Zanaatkar bir aileden gelen ve Alman resminin öncülerinden sayılan Dürer, çocukluğunda çizime olan yeteneğinden dolayı Nürnbergli usta Michael Wolgemut’un yanına yetişmesi için verilir. Burada kitap baskıları ve ahşap baskılar üretir. 1490-94 yılları arasında Almanya’yı dolaşır. 1505’te gittiği ve iki yıl kaldığı Venedik, Floransa ve Roma’da dönemin büyük ressamlarından ve insanın kendisini tanıması gerektiğini söyleyen Rönesans hümanisti Marcilio Ficino’dan etkilenir. Rönesans’ı İtalya’dan Almanya’ya taşır. Almanya’da 15. yüzyılda insana yüksek değer veren Reform hareketi görülürken bir yandan da dinsel ahlaksal bir yöne zorlanma bir çelişki ve huzursuzluk yaratır. Reform döneminde Luther ve Erasmus ile tanışan ve 1512’de saray ressamı olan Dürer matematik, geometri, düşünsel konular ve Latin edebiyatı alanında bilgilidir. Ölçme, arazi ve kentlerin savunulması, oran ve sanat kuramı üzerine kitaplar yazar.

25 Aralık 2009 Cuma

Gerard de Nerval'dan Dizeler

Siyah Nokta

Kim ki güneşe sürekli bakıp durur
Mor bir lekenin uçuştuğunu görür
Gözlerinde, çevresinde ve havada.
Bir zamanlar çok genç ve gözüpektim,
Utkuya bir an sabit gözlerle baktım;
Aç bakışımdan kara bir nokta kaldı.
O gün bugün, bir yas işareti gibi
Görürüm her yerde o siyah lekeyi
Karışır her şeye, gözümün daldığı!-
Nedir bu? Mutlulukla arama giren!
-Yazık bize! yalnız kartal bakabilen
Kazasız belasız utkuya ve güneşe...   s: 187

Yaldızlı Dizeler

Elbette duyarlı her şey! Pythagore
İnsan! özgür düşünür - sen misin tek düşünen
Yaşamın her nesnede açıldığı dünyada:
Elindeki güçlerde özgürlüğün var ama,
Verdiğin öğütlerin tümünden başka evren.
Her çiçek ayrı ruhtur doğadan filizlenen;
Saygı duy hayvandaki devinip duran ruha!...
Her şey duyarlı; her şey senden güçlüdür daha
Bir aşk gizemi vardır her madende dinlenen:
Bir göz seni izliyor kör bir duvarda bile:
Unutma, madde varsa ona bağlı söz de var...
Kullanma nesneleri softa bir amaç ile.
Her karanlık varlıkta gizli bir Tanrı yaşar;
Ki O'nun gözlerinden yeni bir göz doğuyor
Taşların kabuğunda bir tanrı çoğalıyor.         s: 193

Kitabe

Bazen mutlu, şen şakrak sığırcık kuşu kadar
Sevda dolu, tasasız, sevecen ve duyarlı,
Bazen dertli Cliandre gibi dalgın, hülyalı
Yaşarken, bir gün kapısı çalındı, gelen var.
Ölümdü karşısındaki, yalvarıp yakardı,
Dedi: "Son şiirime noktayı koyayım, izin ver"
Ve hiçbir şey yapmadan, ordaki soğuk ve dar
Bir sandığın dibine uzandı, üşüyordu.
Söylenenlere bakılırsa hayli tembeldi
Sık sık kuruyordu hokkasında mürekkebi
Tek şey öğrenemedi çok şey bilmek isterken.
Vakit geldi, şiirine eksik noktayı koydu
Bir kış günü elinden alındı yorgun ruhu
Çekip gitti söylenip: "Niye gelmişim ki ben?"   s: 195

Alkan, Erdoğan, Düş Gezgini, Gerard de Nerval, Broy, İstanbul, 1994.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Hiç Kimse

Hiç Kimse

Hayal edilen adaya /  Benim evime /  Yaptığım yolculuk sırasında  /  tarihi kişisel bir öykü yaşadım  /   canavarlara ve deniz kızlarına  rastladım. /  Tek gözlü insanlara rastladım  /  Ve "Adın ne, sen kimsin?" sorusuna  /   "Hiç kimse" diye yanıt verdim.  /  Hiç kimse".  / Denizde kayboldum ben  /   Rüzgar tanrısı gemimi batırdı  /  bir başka gemi yapıp yola çıktım  /   Yoldaşlarım dört bir yana dağıldı  /   Sadece yolculuğu düşünerek  /   Yeniden yola koyuldum  /  Her seferinde bir son ve bir başlangıçtı.  /    Issız bir sahilde gözümü açtım  / Ve haykırdım: "Ben kayboldum  /  Bu ada hangisi? Bu kent hangisi?  /  Bir ses bana yanıt verdi:  /  "Bu senin adan değil...  /  Ve yolculuk daha bitmedi."  /  Artık şunu biliyorum:  / Sonum, benim başlangıcımdır!

Theo Angelopoulos  
 


14 Kasım 2009 Cumartesi

Kasım

Güzden kışa geçiş. Sonbaharın tam kendini gösterdiği ay. Yağmur. Ağaçlardaki sayısız tonlarda yeşil, sarı, turuncu, kırmızı, toprak renklerindeki yaprakların gösterişle sahneye çıkışları ve sona doğru giderken zarif dansları. Bir şeyleri hatırlatan simgeleyen yapraklar döküldüklerinde oluşturdukları o görüntü, aralarında dolaşırken çıkardıkları hışırtı, keyfine varılacak anlar. Belki uzun süredir görülmemiş birisiyle bir kahve içmek, derin konular veya geçen zaman ve kişisel hayatlar üzerine konuşmak. Belki kabullenmişlik dünyada yaşayan her insanın zamana yenik düşmesini. Anın geçip giderken ya da öyle sanılırken bıraktığı o buruk tortunun ve tatlı hüznün hissettirdiğine yoğunlaşmak. Güncel, ülkesel ve evrensel sorunlardan, çevrelendiğimiz toplumun ve içindeki insanların bilincimizi bulandırmasından uzaklaşmak. Önemsiz şeylere takılıp kalmamak. Gülmek. Kasım mı bunları hatırlatan? Bir şarkı vardı November Rain Guns and Roses. O günlerde dinlerdim. Sanki uzak bir tarih. 'Autumn in New york' kasım ayında geçen bir aşk hikayesi miydi? 'Sweet November' kesin öyleydi. Romantik komediler :), izleyesim yok tabi. Bu aralar Flashforward favorim. Kuantum fiziğiyle ilgili kitapları ilk 15 yıl önce okumuştum. Bu dizi de kuantum fiziğine göndermeler var.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Hiçlikte Bir An

Sessizlik seslerin arasındaki boşluklarsa onu fark edebilmek de ayrıcalık. Sessiz olan tüm seslerden, kargaşadan, patırtıdan uzak anlamını ve varlığını mütevazilikle iddiasız bir şekilde içinde taşır. Ses ve konuşmalar sessizliğin değerini artırır. Sessizlik istiridyenin içinde saklı inci gibidir. Evrende sessizlik var mı? Zaman, mekan kavramından soyutlanmış evrensel bir şey salt sessizlikte olsa kendi sesine sahiptir

Hayat kısa diye ne kadar çok deneyim yaşanırsa o kadar iyi midir? Her şey çok hızlı mı olmalıdır hayatta? Yavaşlık ve sakinlik uyuşukluk değildir. Sadece doğal bir akış vardır ve o da hızla yönünü bulmaz. Kadercilik ya da oluruna bırakma değil bu. Eğer her şey çok hızlıysa biraz yavaşlık ve sükunet eğer çok yavaşsa biraz daha devinim ve ivme gerekir. Zıtlıklar bazen birbirine yaklaşabilmeli ki denge sağlanabilsin. Kutuplar arasında gidip gelebilmeli. Sadece bir tarafta kalınca eksik olur.

Yaşam sorgulamaz sadece olduğu gibidir, öyle kalır. Herkes farklı değerlendirir...

12 Ekim 2009 Pazartesi

Flâneur ve Aylaklık


Flâneur için aylaklıkla kazanılan çalışarak kazanılandan çok daha değerlidir. Breton’un ‘İnsan çalışmak zorundaysa hayatta kalmak neye yarar’ (6) sözü flâneur’a yakınlığını gösterir. Flâneur işsiz gezen biri olarak işbölümü ve uzmanlığı umursamaz. İnsanların iş peşinde koşturmalarını anlamsız bulur. “Yaşamın uğursuz zorunluluklarının çalışmayı zorla dayatıyor olmasına bir diyeceğim yok, evet de, buna inanmamın istenmesine, kendimin ya da başkalarının çalışmasının yüceltilmesine gelince, bu asla... Gece karanlığında yürüyüp de gündüz yürüyor sanmayı yeğliyorum. Çalışıp emek harcamanın hiçbir işe yaradığı yok. Herkesin yaşamının anlamını ortaya çıkarmasını bekleyebileceği olay, belki henüz rastlamadığım ancak peşi sıra giderken kendimi aradığım olay emek pahasına sağlanan bir şey değildir” (7)...

Breton Nadja’da ‘çalışmaya mahkum insana çalışmadan yakasını sıyıramadığı için acıdığını’ belirtir. Oblomov da hiçbir zaman işe giremeyen işsizlikten zevk almak istese de ve avutucu şeyler bulsa da sıkıntıdan kurtulamayan biridir. Tembel gibi işten kaçıp işsizlikte mutluluk bulmaz. Oblomov için yüz parçaya bölünmeden ruh ve vücut güçlerini belirsiz şeylerde harcamamak mutluluktur. Yazmayı boşuna kafa ve ruhu harcayıp, hayalleri, düşünceleri satmak olarak görür. Tıpkı Yusuf Atılgan’ın ‘aylak adam’ının ifade ettiği gibi; “İş avutur derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden farklı öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrar ediyordu. Yaşamın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak” (8). "Aylak olmak dünyanın en zor işiydi" (9). “Biri çıkıp yazsa. Ben? Yapamam, yaşamak varken. Ben ya ararım ya da yaşarım” (10)
...

Tamamı
Melankolik Aylak adlı yazımda.

***** Bu sayfadaki yazının tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License  

10 Ekim 2009 Cumartesi

Yalıtım - Soyutlanma

Yalnızlık insanın yakasını bırakmaz ve kendisiyle yaşatır. Bazen ondan kurtulmak istenir, bazen de ona sığınmak. Ne onunla ne de onsuz yapılır. Yalnızlık hissetmemek için uğraşlar edinilmeye çalışılır. Yalnızlık unutulmak istenir. Uzak durulması ve çağrılmaması gereken kötü bir cin gibidir. Mutsuzluk getireceğine inanılır. Ama o unutulamaz. Mutlaka bir aralık bulup ortaya çıkacaktır. Anlaşılmayı sonuna kadar yaşanılmayı isteyecektir. Çünkü yalnızlığı ve soyutlanmayı bilmeyen kendini de bilemeyecek korkularıyla yüzleşemeyecektir.

İnsan garip bir yolcudur. Nereden gelip nereye gittiğini bilmeden suskun, cevap vermeden geçip gider yolunda yalnız başına. Gördüklerini ve yaşadıklarını yüzünde taşır...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Hiçbir Şey Dünyamı Değiştirmeyecek

Arada bir acilen dinleme isteği uyandıran vazgeçemediğim, hiçliği hissettiren harika şarkı:


Albüm: Let It Be
Çıkış tarihi: 1970
Söz yazarları: Lennon/McCartney
 
The Beatles - Across The Universe
 
 Words are flowing out like endless rain into a paper cup,
They slither while they pass they slip away across the universe
Pools of sorrow, waves of joy are drifting through my opened mind,
Possessing and caressing me
Jai guru de va om
Nothing's gonna change my world
Nothing's gonna change my world
Nothing's gonna change my world
Nothing's gonna change my world

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Melankolik Kadın

Melankoli

Beni en güzel günümde / Sebepsiz bir keder alır / Bütün ömrümün beynimde / Acı bir tortusu kalır / Anlayamam kederimi / Bir ateş yakar tenimi / İçim dar bulur yerini / Gönlüm dağlarda dolanır / Ne bir dost, ne bir sevgili / Dünyadan uzak bir deli / Beni sarar melankoli / Beni sarar melankoli / Ne kış ne yazı isterim / Ne bir dost yüzü isterim / Hafif bir sızı isterim / Ağrılar, sancılar gelir/ Yanıma düşer kollarım / Görünmez olur yollarım / En sevgili emellerim / Önüme ölü serilir / Ne bir dost, ne bir sevgili / Dünyadan uzak bir deli / Beni sarar melankoli / Beni sarar melankoli

Söz: Sabahattin Ali  Müzik: Ali Kocatepe

24 Mayıs 2009 Pazar

Sıkıntı - Huzur - Umut

Sıkıntı melankoliğe eşlik eden arkadaştır :) Öyledir gerçekten. Hep canı sıkılan ama neye sıkıldığını bilemeyen insanlar vardır. Kişisel tarihinde bu sürüp giden kronikleşen bir durum olursa melankoli de peşinden ayrılmaz.

"19. yüzyılın ortasında, Flaubert, Aziz Antonius'un ruh halini sıkıntıyla ifade eder: Ah nasıl canım sıkılıyor! nasıl canım sıkılıyor! Bir şey yapmak istiyorum ve bunun ne olduğunu bilmiyorum; bir yerlere gitmek istiyorum, nereye bilmiyorum; ne istediğimi bilmiyorum, ne düşündüğümü bilmiyorum, istemeyi arzulamak bile geçmiyor içimden."* Sanki Ivan Gonçarov'un Oblomov'u söylemiş gibi bu sözleri ya da boş verin roman kahramanını siz de zaman zaman böyle hissetmez misiniz?

Ne yapmak istediğini bilmemek ya da aslında her şey yolundaymış gibi görünürken can sıkıntısı. Her şey yolunda mıdır aslında? Sıkıntının kaynağı nedir? Boşluk mudur? Varoluş mu? Varoluşla insanın kendisi arasına koyduğu mesafe mi? Hayata bakış açısı mı?...

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Melankoli-Hüzün-Boşluk-Derin Düşünce

Melankoli ile ilgili bu blogda epey yazı var. Melankoliyi incelemeye 2000 yılında başladım. O sıralar Prof. dr. Ayla Ödekan'ın doktora dersi için "Batı Sanatı'nda Melankoli" adlı bir çalışma hazırlarken 35 kitaptan ve çok sayıda makaleden yararlanmış; batı resminin melankoliye uygun örnekleri üzerinde durmuştum. O kadar mutlulukla ve coşkuyla çalışmıştım ki -biraz çelişen bir tutum oldu farkındayım :) -. Şimdiye kadar yaptığım araştırmalar içinde en sevdiğim konu bu oldu. Zaten melankoliye yatkın bir yapım olduğundan mı, varoluşla ilgili derin düşüncelerin tatlı hüznünden zevk aldığımdan mı, nedensiz hafif üzüntünün arada bir insanı esir aldığını, sevinç ve kederin birbirine yakın durduğunu bildiğimden mi, en mutlu anda bile buruk bir acı duyulacağını hissettiğimden mi, yalnızken insanın kendisiyle iletişimini önemsediğimden mi bilmiyorum.

Hayatın koşuşturması içindeki insanlardan kaçıp ilgisizleşen, dünyevi şeylere yabancılaşan, kalabalık içindeyken bile çevresinden ve dünyadan soyutlanarak hülyalı gezinen, her şeyi sorgulayan buna vakit ayıran, bir gereklilikmiş gibi sunulan hıza ve "Her şey yaşanmalı, her şey tüketilmeli" düşüncesine ayak uydurmayan, arzular ve yoksunluklar arasındaki çelişkide çaresizliği duyumsayan yine de "hiçlik içinde bile bir umut düşleyen"*, kaplumbağa gibi hareket eden melankolik bir flaneur. Melankoli; boşluk duygusu, tembellik ve uyuşukluk içinde olanı simgelemez. "Ben de tembelim,  ben de boşluk içindeyim; öyleyse melankoliğim." demek bilgisizce sığ bir yaklaşım olur. Bu ise olguyu sıradanlaştırırken, gizemini ve değerini de yok sayar.

20 Mart 2009 Cuma

Giorgio de Chirico'nun Resimlerinde Melankoli

Resim sanatında melankoli bir konu olmasının yanında tasvir edilen figürün ruh halidir ya da izleyende bıraktığı etkidir. Eski Yunan resminde de 20. yüzyıl resminde de bu tür bir figüre rastlanabilir. Bu resimler insanın içinde bulunduğu trajedinin sanatçıda uyandırdığı durumu ortaya koyar. Ortaçağ’da karışık, karanlık ve dini baskılar altındaki ortamda sanatçılarda bu trajikliği yansıtan yapıtlar üretirler. Kuzey ülkelerinin sanatçıları dönemin insanlarının ruh hallerini, acılı ve gülünç hallerini düşlerle besleyerek aktarırlar. Romantik ressamlar da yaşadıkları çağdan memnun olmayıp geçmişe özlem duyarlar, düşlere ve doğaya yönelirler. Doğanın görkemini ve insanın doğa karşısında güçsüzlüğünü, çaresizliğini konu olarak seçerler. Sembolist ressamlarda düşler ve hayallerden yola çıkarak simgesel bir ifade kullanırlar. Onlar için ruh ve melankoli iki önemli unsur olur. Doğanın ruhunu verirken çağrışımlara ve sembollere başvururlar. Her sanatçı kendi gördükleri, yaşadıklarını, edebiyattan aldıklarını, imgelem ve düş gücüyle bir araya getirip ifade eder. Munch renklerle veya bir takım duruşlar ve pozlarla ruhsal sıkıntıları simgesel olarak verir...

15 Mart 2009 Pazar

Ekspresyonizm ve Ernst Ludwig Kirchner'ın Melankolisi

19. yüzyılın ikinci yarısı kültürel, toplumsal ve bilimsel alanda gelişmelerin görüldüğü aynı zamanda sıkıntıların ve kaygıların arttığı bir dönem. Pozivitizm ve materyalist anlayış radikal değişimlere ve kopuşlara zemin hazırlar. Sanatçılar çağın bunalımını algılarına ve öngörülerine göre yorumlarlar. Kaygıların boşuna olmadığı 20. yüzyılın başlarında anlaşılır. Yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran savaşlar ve geleceğin belirsizliği duyarlı sanatçıların yaşantılarını ve sanatlarını derinden etkiler. Savaşlar sanatçılarda gerginliğe ve umutsuzluğa yol açar. Artık bambaşka bir çağ söz konusudur. İçe gömülüp karamsar ve hüzünlü anlatımdan çıkan sanatçılar her şeye başkaldırmaya başlar.

Özellikle Ekspresyonistler girilen dönemin karışıklığını, kitle bilincinin baskısını, endüstrinin kendi gereksinimlerine göre oluşturduğu kent içinde yabancılaşmış, şaşkın, her türlü ilişkiden kopup iç dünyasına kapanmış ve varoluş korkusuna kapılmış insanının huzursuzluğunu, hoşnutsuzluğunu, hayal kırıklığını, kent yaşamının hareketliliğini ve hızını portrelerinde ve resimlerinde dışa vururlar. Burjuvanın karşısında yer alıp, düzenin kıyısındakilerin, ezilmişlerin ve yoksulların yanında olurlar. Ruhun önemini göstermeye çalışıp, yaşanan zamanda bunun unutulduğunu ve bir yıkıma doğru gidildiğini düşünürler. Yalana ve ikiyüzlülüğe karşı çıkarlar. Kayıtsızlık yüzünden dünyada gelişen çirkinlikleri yüceltmek için değil ona isyan etmek için resmederler. Estetik açıdan tam ve doğru bir ifade yerine psikolojik durumları, bilinçaltındakileri, iç sıkıntıları ve acıları deformasyona uğrayan figürler ve nesnelerle görünür kılarlar. Dünyayı yeniden oluşturmak isterler. Dostoyevski’nin, Nietzsche’nin ve Kafka’nın insanın çıkmazlarının, tinsel ve varoluşsal sorunlarının irdelendiği fikirsel ve edebi açıklamalarını ekspresyonistler resimleriyle verirler. Fütüristler ise tam tersine umutludurlar. Modern hayata, makinenin gücüne ve hıza olan hayranlıklarını, yeniliklere olumlu yaklaşımlarını manifestolarında ve işlerinde görmek mümkündür.

5 Mart 2009 Perşembe

Melankolik Kent: İstanbul

Her mevsimde ayrı bir güzellikte olan İstanbul'un tam anlamıyla içine girmeden onu seyretmek daha hoş geliyor bazen. İnsanların metropolde yaşamanın gereklerini yerine getirmedeki umursamazlığı sinir bozucu. Doğduğu yerlerden göç edenlerin kentin düzenine uyması icap ederken, gelen önceden alıştığı yaşam tarzını da beraberinde getiriyor. Tamam çeşitliliğe diyeceğim bir şey yok ama kişilerin önce kendine, sonra karşısındakine saygısıyla; düşünceli davranışlarıyla ve uzun bir geçmişe sahip kente karşı özenli tutumuyla kültürel zenginliğe ulaşılabilir. Başkasını rahatsız etmediği, şehrin dokusuna zarar vermediği sürece herkes istediği gibi yaşama hakkına sahip elbette. Büyük kentin göç ve nüfus yoğunluğuyla beraber trafik, düzensiz ve fazla yapılaşma sorunları da var. Bunun yanında kargaşa, uyumsuz şeylerin bir araya gelişiyle kendini gösteren zevksizlik, çeşitli kokular, bunaltıcı nemli hava da var. Hiçbir suçu olmayan, sadece sessizce ama hüzünle tanıklığını sürdüren İstanbul'un gün geçtikçe yıprandığını görmek üzüntü verici. Yine de doğduğum, büyüdüğüm, yaşadığım ve keşfedebilecek farklı yaşantıların sürdürüldüğü sokakları olan, karmaşık, kozmopolit, monotonluktan uzak, büyülü, esrarengiz, tarihinden ve sanatından kopmadan geleceğe ulaşmaya çalışan ve tam anlamıyla yaşayan bu kentte ömür tüketmekten memnunum. Kısa süreli uzaklaşmalar iyi geliyor ama dönüp dolaşıp geleceğim yer yine İstanbul. Bir de Konstantinos Kavafis'in çok güzel ifade ettiği gibi "gidip gidebileceğim tek yer"de bu kent...



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...