28 Ekim 2009 Çarşamba

Hiçlikte Bir An

Sessizlik seslerin arasındaki boşluklarsa onu fark edebilmek de ayrıcalık. Sessiz olan tüm seslerden, kargaşadan, patırtıdan uzak anlamını ve varlığını mütevazilikle iddiasız bir şekilde içinde taşır. Ses ve konuşmalar sessizliğin değerini artırır. Sessizlik istiridyenin içinde saklı inci gibidir. Evrende sessizlik var mı? Zaman, mekan kavramından soyutlanmış evrensel bir şey salt sessizlikte olsa kendi sesine sahiptir

Hayat kısa diye ne kadar çok deneyim yaşanırsa o kadar iyi midir? Her şey çok hızlı mı olmalıdır hayatta? Yavaşlık ve sakinlik uyuşukluk değildir. Sadece doğal bir akış vardır ve o da hızla yönünü bulmaz. Kadercilik ya da oluruna bırakma değil bu. Eğer her şey çok hızlıysa biraz yavaşlık ve sükunet eğer çok yavaşsa biraz daha devinim ve ivme gerekir. Zıtlıklar bazen birbirine yaklaşabilmeli ki denge sağlanabilsin. Kutuplar arasında gidip gelebilmeli. Sadece bir tarafta kalınca eksik olur.

Yaşam sorgulamaz sadece olduğu gibidir, öyle kalır. Herkes farklı değerlendirir...

18 Ekim 2009 Pazar

Hiçlik

"Manevi anlamda hiçliğin tarifi şudur; “Hiçlik, Tanrının yüceliği ve bilgisi karşısında, O’na hayranlık ve saygı duyarak, kendi küçüklüğünün farkındalığını yaşama halidir.” Hiçlikte bilginin getirdiği büyük bir tevazu da vardır. Hiçlik aynı zamanda büyük bir bilgeliktir. Ayrıca hiçlikte kendini, yerini ve haddini bilme hali de vardır. Yaşam bir sonsuzluktur. Bunu bir bilebilsek! Korkularımızdan, kontrollerimizden, kendimizi “ben” dediğimiz duygularımızdan bir kurtarabilsek! Önce kendimizi, sonra herkesi, sonuçta hiçliği sevebilsek! Hiçlik kadar küçülebilsek, o noktaya varabilsek! O zaman neler olacağını, nerelere varabileceğimizi bir görebilsek! Bunu, şimdiki halimizle bir kıyaslayabilsek, bir karşılaştırabilsek!...Tanrıya, birliğe varmanın yolu hiçlikten geçer. " Erol Yurderi

 Yazının tamamı ise şu adreste:

 http://bilgelikyolu.wordpress.com/category/ruhsal-gelisim/hiclik/

12 Ekim 2009 Pazartesi

Flâneur ve Aylaklık


Flâneur için aylaklıkla kazanılan çalışarak kazanılandan çok daha değerlidir. Breton’un ‘İnsan çalışmak zorundaysa hayatta kalmak neye yarar’ (6) sözü flâneur’a yakınlığını gösterir. Flâneur işsiz gezen biri olarak işbölümü ve uzmanlığı umursamaz. İnsanların iş peşinde koşturmalarını anlamsız bulur. “Yaşamın uğursuz zorunluluklarının çalışmayı zorla dayatıyor olmasına bir diyeceğim yok, evet de, buna inanmamın istenmesine, kendimin ya da başkalarının çalışmasının yüceltilmesine gelince, bu asla... Gece karanlığında yürüyüp de gündüz yürüyor sanmayı yeğliyorum. Çalışıp emek harcamanın hiçbir işe yaradığı yok. Herkesin yaşamının anlamını ortaya çıkarmasını bekleyebileceği olay, belki henüz rastlamadığım ancak peşi sıra giderken kendimi aradığım olay emek pahasına sağlanan bir şey değildir” (7)...

Breton Nadja’da ‘çalışmaya mahkum insana çalışmadan yakasını sıyıramadığı için acıdığını’ belirtir. Oblomov da hiçbir zaman işe giremeyen işsizlikten zevk almak istese de ve avutucu şeyler bulsa da sıkıntıdan kurtulamayan biridir. Tembel gibi işten kaçıp işsizlikte mutluluk bulmaz. Oblomov için yüz parçaya bölünmeden ruh ve vücut güçlerini belirsiz şeylerde harcamamak mutluluktur. Yazmayı boşuna kafa ve ruhu harcayıp, hayalleri, düşünceleri satmak olarak görür. Tıpkı Yusuf Atılgan’ın ‘aylak adam’ının ifade ettiği gibi; “İş avutur derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden farklı öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrar ediyordu. Yaşamın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak” (8). "Aylak olmak dünyanın en zor işiydi" (9). “Biri çıkıp yazsa. Ben? Yapamam, yaşamak varken. Ben ya ararım ya da yaşarım” (10)
...

Tamamı
Melankolik Aylak adlı yazımda.

***** Bu sayfadaki yazının tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License  

10 Ekim 2009 Cumartesi

Yalıtım - Soyutlanma

Yalnızlık insanın yakasını bırakmaz ve kendisiyle yaşatır. Bazen ondan kurtulmak istenir, bazen de ona sığınmak. Ne onunla ne de onsuz yapılır. Yalnızlık hissetmemek için uğraşlar edinilmeye çalışılır. Yalnızlık unutulmak istenir. Uzak durulması ve çağrılmaması gereken kötü bir cin gibidir. Mutsuzluk getireceğine inanılır. Ama o unutulamaz. Mutlaka bir aralık bulup ortaya çıkacaktır. Anlaşılmayı sonuna kadar yaşanılmayı isteyecektir. Çünkü yalnızlığı ve soyutlanmayı bilmeyen kendini de bilemeyecek korkularıyla yüzleşemeyecektir.

İnsan garip bir yolcudur. Nereden gelip nereye gittiğini bilmeden suskun, cevap vermeden geçip gider yolunda yalnız başına. Gördüklerini ve yaşadıklarını yüzünde taşır...

5 Ekim 2009 Pazartesi

"Ölmek ya da Olmak, İşte Bütün Mesele"

"Eski aşıklar sevgili uğruna ölmeyi bir ideal, bir amaç bilirlermiş. Sevgilinin penceresi önünde naralanıp söğüt yaprağı bıçak ile bileğini dirseğine kadar yaran aşık da, gönül sultanının geçtiği yola yatıp ya üstüne basıp geçmesini,yoksa bir kerecik olsun yüzüne bakıp gülümsemesini isteyen aşık da ölmek ile olmak arasında kendini kaybediyorlardı. Onlar, uğruna ölünecek sevgililer buldukları için bahtiyar idiler. Gün gelir, sevgililer de aşıklarını sever umudunu içlerinde durmadan büyütüyorlardı. Oysa aşk, iki kişi arasında asla eşitlenmeyen bir şeydi. Allah, aşığın uğraştığı sevgiyi maşuktan esirgemişti. Bunun içindir ki aşıklar, ya kendilerine verilen derdin aynısının sevgiliye de verilmesi ya da sevgilideki vurdumduymazlığın aynısı ile kendilerine de ihsanda bulunulması için yakarır dururlar. İsterler ki, Allah aşkı seven ile sevilen arasında eşit bölüştürsün… Oysa aşk bu demek değildir. Seveni sevmek kolaydır; marifet o sevmediği zaman da onu sevebilmektir. Gerçek aşık bilir ki, kendi içindeki aşk ateşinin aynısı sevgilide de vardır ve gönülsüz de olsa, o da aşkı duyumsamaktadır. Ne var ki sevgili çok sabırlı, aşık da çok sabırsız olduğu için bu aşk yarası tek taraflı kanamaktadır...

O acılar, o ayrılık ve hasret ateşleri aşığı yakıyorsa öte yandan da pişiriyor demektir… Aşık, ancak bu pişirme sürecinde ham iken olgun, çiğ iken kâmil olur. Çünkü aşk yolunda varılacak merhalelerin en yücesi, aşkın olgunluğu ile kendi dünyasını kurabilmektir. O mertebeye gelindikten sonra aşk uğruna can vermek aşığa âsân gelir. Buraya kadar söylediklerimizi bir de öbür türlü söyleyelim: Amaç aşk uğruna ölmek değil, uğruna ölünecek aşkı bulmaktır. Bu aşk, cennet emelinden uzaklaşıp cemale erme hedefini gözetir. Böyle bir aşka giriftar olduktan sonra geriye ne kalır ki!?... Dünyayı elinin tersiyle itiver gitsin!.. Hani Fuzûli diyor ya: Cennet için men eden âşıkları didârdan / Bilmemiş ki cenneti âşıkların didâr olur (Cennetten uzaklaştırıldığı gerekçesiyle aşıkları sevgilinin didarına (yüzüne) bakmaktan alıkoyan kişi bilmiyor ki aşıkların cenneti sevgilinin yüzüdür!..) İmdi başa dönünüz ve yalnızca sevmek için seven aşığın tavrı ile hedefi sevgilinin yüzünü görebilmek olan aşığın gayretini ölçünüz; arada beşeri, mecazi, platonik, tasavvufi ve ilahî aşkların harmanlandığını fark edeceksiniz.
Aşk ki vardır, gerisi vesairedir"

İskender Pala, Kitab-ı Aşk, Alfa Yayınları, 1. Basım, Şubat 2005, İstanbul, s: 21, 22

3 Ekim 2009 Cumartesi

Gerçeğin Sınırında ve Ötesinde Bulanıklaşan Düşünceler


Nesne; fazlalıklarından kurtulduğunda gösterir kendi gerçeğini. İşte o zaman ona yeniden bakmak gerekir daha önce binlerce kez bakılmış olsa da. Görebileni şaşırtır şeffaflığı ve sadeliğindeki yüceliği.

Sadelik ve teklikteki gizem sonsuzdur. Kaos ve kargaşa ise zihni yorar, karışıklığa neden olur. Bu da asıldan, öz olandan uzaklaştırır.


Bulanıklıklar, netleşmeyen belirsiz dünyalar, gözlerde huzursuzluk yerleşmişken ümitler kaybolur ardında çaresizliği bırakarak. Gerçek ve düş birbirinin içine geçer ve ayırmak zorlaşır.


Gerçek bazen tam olarak kendini ortaya koymaz. Gerçek sanılan görünüş aldatıcı olabilir. Sert bir kaya ya da duvar arkasında korunmasız olanı barındırır. Duvar veya kaya savunmaya yönelik bir kalkandır ve güçsüz bir varlığı saklar.


Müziğin içindeki renkler, renklerin içindeki notalar, tonların uyumu duyguların ötesine götürür...

28 Eylül 2009 Pazartesi

Baş Aşağı Figürleriyle Georg Baselitz

1938 yılında Deutschbaselitz’de doğan Hans-Georg Kern, 14-15 yaşlarında bazıları fütüristik tarzda olan portreler, manzaralar, natürmort ve dini konulu resimler yapar. Doğu ve Batı Berlin Akademilerinde öğrenim görürken Dadaistleri, Sürrealistleri ve diğer Avrupalı modern sanatçıları inceler. 16. yüzyıl Alman ahşap baskılarından ve Afrika heykelinden, Wassily Kandinsky’nin ve Kazimir Malevich’in teorilerinden, Friedrich Nietzsche, Charles Baudelaire, Comte de Lautréamont ve Antonin Artaud’un yazılarından etkilenir. Nazi mirasından dolayı yaralı Alman ressamlar geleneğine bağlı olan ve doğduğu kente atıfta bulunarak adını Georg Baselitz olarak değiştiren sanatçı 1961 ve 1962’de Pandämonium manifestosunu yayınlar. 1962’de evlenir ve akademik çalışmalarını tamamlar.


20. yüzyılın en önemli gravür ustalarından biri olan Baselitz, 1963 yılında Batı Berlin’de
Werner ve Katz galerisinde sert karışık imgeli resimlerini sergiler. Bölünmüş bir kent olan ve kültürel öncülüğünü yeniden kazanarak Alman sanat merkezlerinin en önemlilerinden biri haline gelen Berlin’deki bu ilk kişisel sergisinde, sembolik olarak vücut bölümleri ve cinsel görüntüler içeren resimleri skandal yaratır ve polis tarafından kaldırılıp el konulur. İki yıl sonra geri alır. Almanya’ya özgü bir sanat yapmak istediği için ne toplumcu gerçekçiliği ne de lirik soyutlamayı benimser. 1950’lerin sonu ve 60’ların başında soyut sanatın karşısında durur ve onun yerine kökleri Art Brut’e ve zihinsel hastalıkları ele alan psikotik sanata dayanan kişisel, ifadeci figüratif sanatı getirmeyi amaçlar. “Bir fikir ile başlarım ama çalışırken resim kendisi ilerler. O zaman fikir ve kendiliğinden ilerleme arasında bir mücadele oluyor ve resim kendisi için savaşıyor.” Asi adlı resminde kendisini alışılmadık biçimde, kaba elli ve hantal vücutlu romantik bir anarşist ve anti kahraman gibi gösteren sanatçı 1965’de bir yıl boyunca Floransa’da kalır ve 1966’da Berlin’deki bir sergisi için ‘Büyük Arkadaşlar’ adlı manifestosunu yayınlar.

1967’den sonra farklı ülkelerde sergiler açar ve 1966-1971 arasında Osthofen’de 1971-1975 arasında da Mussbach’ta çalışmalarına devam eder. 1975 yılında Derneburg’a yerleşir. On üç sergisinin ardından 1969’dan sonra baş aşağı duran resimlerini yapmaya başlar. Rakamlar, ağaçlar, evler, hayvanlar, insanlar vb. ters imgelerle seyirci arasında uzaklık oluşturur. Görmeye alışkın olunanın aksine baş aşağı görüntüler bir şeylere tepkinin sonucudur. Beklenene karşı bir tavırdır. Geçmiş ve şimdi arasında kalan Almanya’yı simgeleyen resimlerde yıkıntılarda veya çorak yerlerdeki kahramanlar, asiler, çobanlar gibi genç erkeklerin dikey görünümleri, ağaçlar ve diğer figürler güçlü fırça darbeleriyle ve çarpıcı renklerle yansıtılır. “Stil değişiklikleri entelektüel ilerlemenin sonucudur. Değişebilmek için devamlı yeni bir şeyler bulmaya çalışırım.” 


Nazi döneminden arta kalan sıkıntıları, yükleri sırtında taşıyan genç Almanların acıları, çaresizlikleri dışa vurulur. Vücudun bölümlerinin parçalandığı çalışmalarda konunun öneminden çok öncelikli olarak resimsel yapı ve yerleştiriliş vurgulanır. Baselitz üslubunun Yeni Ekspresyonizm olarak adlandırılmasını Alman Ekspresyonistleri ile bağ kurulmasını kabul etmez. Ekspresyonistlerin tersine dünyayı sanat vasıtasıyla yenilemekle hiç ilgilenmediğini ifade eder. Başı Üstünde Duran Orman’da iki çam ağacına ve mitolojik kahramanların parçalanmış imgelerine yer verir. Bu tür ters figürler sadece yağlıboyalarında değil çizimlerinde, baskılarında ve heykellerinde de görülür. 1976 yılına ait Çıplak Elke 2’de pek çok kez resmettiği karısı Elke’nin baş aşağı görünümüyle karşılaşılır. Modeli üzerindeki duygularını bastırarak saf görsel yapıya odaklanır. Bu çarpıcı eser bilinen geleneksel bir konuyu ters göstermesiyle farklılaşır. Ona göre bu temsil edileni içerikten kurtarmanın en iyi yoludur.

1970’de Basel Sanat Müzesi’nde çizim ve grafiklerinden oluşan ilk retrospektif sergisi düzenlenen Baselitz zamanla farklı tekniklerde işler üretir: desen, ahşap baskı, grafik, gravür, litografi gibi. 1979 yılından sonra büyük boyutlu tahta heykeller üzerinde çalışır. Venedik Bienali’nde Alman Pavyonu için hazırladığı Bir Heykel için Model adlı kışkırtıcı anıtsal ahşap heykeli Nazi selamını andıran kıvrık koldan dolayı oldukça tartışılır. 1983’den beri Batı Berlin’de profesör olarak görevine devam eden sanatçının Alman Ekspresyonistlerinden Köprü Grubu ve Munch kompozisyonlarının varyasyonları ve Hıristiyan ikonografisi ile ilgili konular üzerindeki çalışmaları sanatında önemli rol oynar. Yeniden canlandırma olan bu resimlerinde formun anıtsallığı ve yüzeyi daha belirginleşir. “Sevdiğim Alman ressamların resimlerini, bir sanatçı olarak çalışmalarını ve portrelerini yaparım. Ama tuhaf bir şekilde bu portreler bittiğinde sarı saçlı bir kadın resmine dönüşür. Bunun nasıl olduğunu hiç anlayamadım.”

1980’lerin sonlarından itibaren sanatı görkemli ve tarihsel yönünü kaybetmeden daha bir hüzünlü ve saydam olur. Geç Ortaçağ’daki büyük Alman altar heykellerini andıran 1989 tarihli 20 panoluk 45 en orijinal çalışmalarından biri olarak kabul edilir. Motiflerle bezenen her pano alçak kabartma şeklinde oyulur. Kazıma işlemi trajik bir özellik verir. 1990’larda iki Almanya’nın birleşmesiyle Doğu Almanya’daki çocukluk yılları, ailesi ve yaşadığı ev ile ilgili bir dizi duygusal resimler yapar.

1998-2002 yılları arasında büyük ve orta boyutlu 58 resimden oluşan Rus Ressamları Serisi’ni Hamburg’da sergiler. Stalin döneminden Sosyalist Gerçekçilik’in önemli çalışmalarından ilham aldığı bu seride Doğu Almanya’da yaşadığı yılların etkileri de vardır. 2008’de tamamlanan 16 resimden oluşan yeni seri Baselitz’in 2005’deki eski dönem çalışmalarının ve 20. yüzyıl ressamlarının yeniden yorumlanması olan ve bugünü, geçmişi, geleceği bir araya getirdiği ‘Remix’* resimlerini ve son on yılın pek çok temasını özetler. Konu ve yeni başlangıç noktası olarak eski resimlerine dönse de bambaşka bir manifesto için onları tahrip eder. Erken dönem konularındaki sert, acı çeken görüntüleri son on yıllık işlerinde hafiflik ve doğallık duygusuyla başarıya ulaşır. Sanatındaki bu yenilenme dünya çapında hayranlık uyandırır. 


Baselitz, canlı renkleri, kaba fırça vuruşları, deformasyona uğramış ve ters duran figürleri, sıra dışı görüntüleri, düzenlilik göstermeyen, herhangi bir kategoriye girmeyen kompozisyonları ve güçlü konuları ile izleyicinin dikkatini çeken ve sanat tarihinde adından söz ettiren devrimci ve öncü bir sanatçıdır. Kırk yıllık sanat hayatı boyunca eski temalarını ve motiflerini yeniden kullanıp farklı bir şeye dönüştürerek seriler oluşturan sanatçının dünyanın pek çok müzesinde ve özel koleksiyonlarda çalışmaları bulunuyor. 2002 yılında İstanbul Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde bir retrospektif sergisi düzenlenen üretken ressam, tasarımcı, grafiker ve heykeltıraş Baselitz’in Büyük Gece Kanala Düşüyor (1962-63), Oberon (1963-64), Büyük Arkadaşlar (1965), Sokak Resmi (1980), 45 (1989) önemli başyapıtlarından bazılarıdır.

“Sanatçının herhangi bir kimseye karşı sorumluluğu yoktur. Onun sosyal rolü asosyalliğidir. Tek sorumluluğu yaptığı işe karşı duruşudur.”

Notlar:

*Eğer popüler müziği remix yaparsanız ritim ve sesi de değiştirirsiniz. Yaptığım şey tamamıyla farklı. Uzun zaman onu nasıl adlandıracağımı düşündüm. Gençliğin kültüründen geldiği için remix sözcüğünü seviyorum.

Nalan Yılmaz, Georg Baselitz’in “netsreT” Dünyası, 23 Eylül 2009, Lebriz Sanal Dergi

*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.  Creative Commons License

25 Eylül 2009 Cuma

Dolmabahçe Sarayı Cephe Süslemeleri

Sarayın ana yapısı üç bölümden oluşur; Mabeyn-i Hümayun, Muayede Salonu ve Harem-i Hümayun. Planda birbirinden ayrı olan bu üç bölüm cephe düzenlemeleriyle bütünleşmişlerdir. Bütün sarayda olduğu gibi bu cephelerde de 19. yüzyılın eklektisizm akımının özellikleri görülür. Rönesans, Barok, Neo-klasik akımların özellikleri birlikte ele alınmıştır.

Dolmabahçe Sarayı, Mabeyn-i Hümayun

23 Eylül 2009 Çarşamba

Dolmabahçe Sarayı Kapı Süslemeleri

Sarayın dışı ve cephesi Marmara mermerinden yapılmıştır. Abdülmecit Avrupa sarayları gibi bir saray istediğinden mimarı bu yapıları görmüş olanlardan seçmiştir. Plan olarak Batı sarayları örnek alınmamış olsa da, dış ve iç dekorasyonda Batı üslupları kullanılmıştır. Fransız yazar Teopile Gautier 1854 yılında Dolmabahçe'nin inşası sırasında İstanbul'u ziyaret eder. Bitmemiş olan sarayı gezer ve daha sonra sarayın hangi stile uygun olduğunu söylemenin güç olduğunu yazar. "Ne Yunan, ne Roma, ne Rönesans, ne Arap, ne de Türk. Anıtsal cephesi daha çok İspanyol tarzındadır. Fransızca konuşan mimar 14. Louis stilinde döşenmiş sarayı gezdirdi. Versailles Sarayı'nın gösterişinin burada örnek alındığı bellidir" (1). Cephe düzenlemesinde tek bir üsluptan söz edilemeyeceği doğrudur. Rönesans, ampir, barok, rokoko, neo-klasik gibi tarzların ve antik öğelerin bir arada kullanıldığı eklektik bir yapıdır. 


20 Eylül 2009 Pazar

Dolmabahçe Sarayı

Sırasıyla Bursa, Edirne ve İstanbul Osmanlı İmparatorluğu'nun başkentleri olmuştur. İlk Osmanlı sarayı Bursa'da yaptırılır ancak Timur ordularının ateşe vermesi sonucu yanar. Edirne'de I. Murat zamanında Eski, II. Murat zamanında Yeni Saray inşa ettirilir. Sarayın etrafında köşkler ve kasırlar yer alır. Bu saray da günümüze ulaşamaz. Fatih Sultan Mehmet zamanında İstanbul'da yaptırılan ilk saray da bugün mevcut değildir. Fatih döneminde Sarayburnu'nda Topkapı Sarayı'nın ilk ve bazı bölümleri oluşturulur. Kasırlar, köşkler, camiler, mutfaklar, çeşmeler, harem dairesi gibi 19. yüzyıl sonlarına kadar yapılan ilaveler sonucu saray bugünkü durumunu alır. Avlulardan birindeki Çinili Köşk Fatih dönemindendir ve Selçuklu geleneğini yansıtan çinilerle kaplıdır. Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinde Batı'daki örneklerine göre yeni saraylar inşa ettirilir... 

Dolmabahçe Sarayı



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...