27 Mayıs 2013 Pazartesi

İstanbul ve Taşra

İstanbul ile ilgili yazımdan bir bölüm: "...Doğduğum, büyüdüğüm, yaşadığım; keşfedebilecek farklı sokakları olan, karmaşık,  monotonluktan uzak, büyülü, esrarengiz, tarihinden ve sanatından kopmadan geleceğe ulaşmaya çalışan ve tam anlamıyla yaşayan bu kentte ömür tüketmekten memnunum. Kısa süreli uzaklaşmalar iyi geliyor ama döneceğim yer yine İstanbul. Bir de Konstantinos Kavafis'in çok güzel ifade ettiği gibi "gidip gidebileceğim tek yer"de bu kent..."

Osmanlı'da İstanbul merkez, onun dışında her yer taşra olarak algılanıyordu.* Taşra büyük şehrin imkanlarından yoksundur, muhafazakardır, yeniliklere açık değildir veya geç adapte olur. Merkez tarafından ihmal edilmişliğin hüznünü taşır. Genç biri için geleneği, yavaşlığı, ağır ve basık bir havayı, geçmişi, tekdüzeliği, bağımlılığı, sakinliği, sonsuz bir cansıkıntısını ve yaşlı olanı temsil eder. Kasabalı genç başka imkanların olduğunu bilir. Dünyasını genişletmek, özgürleşmek, baskıdan, kasvetten ve kısır döngüden kurtulmak ister. Bir şekilde yaşadığı yerden göç etmeyi hayal eder. İstanbul imkanlar dünyasına açılan bir kapıdır. Nuri Bilge Ceylan'ın  'Kasaba' ve 'Mayıs Sıkıntısı' filmlerinde Anadolu kasabasında doğa içinde geçen hayatlar yalın bir şekilde ele alınır. 'Uzak' filminde ise kasabadan İstanbul'a kuzeninin yanına gelen kişinin köklerinden uzaklaşma isteği, umutları ve kırgınlıkları İstanbul görünümleriyle anlam kazanır...

İstanbul'da doğup büyüyen için bu kentin her sokağı, her semti ayrı bir hikayedir. Bizans ve Osmanlı gibi iki imparatorluğa başkentlik yapmış, efsaneleriyle ünlü, muhteşem mimari yapılara sahip, kültürle dopdolu büyülü bir kentte yaşadığının farkındadır çocuk. Okulla veya aile ile gezilerinde sanatsal ve tarihi açıdan eşi benzeri olmayan müzeleri, sarayları, çeşmeleri keşfeder. Boğazı  gören okul bahçelerinde, parklarında ve korularında oynamanın keyfini sürer; ağaçlarının gölgesinde dinlenir. Mimar Sinan'ın görkemli yapılarından birinin avlusundan geçerek iskeleye iner. Akraba ziyaretleri için iskeleden bir vapura binip Boğazı geçmenin, vapurların kalkışını ve yanaşmasını dikkatle izlemenin, martıların süzülüşünün, gün batımının ve ayın gökyüzünde yükselişinin olağandışı güzelliğini (Ahmet Hamdi Tanpınar'ın anlatımı kadar idrak içinde olmasa da) hisseder. Salacak'ta denizin kıyısında yürürken Kız Kulesi'nin, Topkapı Sarayı'nın, Dolmabahçe Sarayı'nın, Ayasofya'nın, Sultanahmet Cami'nin, Süleymaniye'nin akşam saatlerindeki görünümleriyle heyecanlanır. Köprüden geçerken nereye bakacağını şaşırır. Kasabalı çocuk ise önünde uzun yıllar ve olanaklar görür ancak bu olanaklara doğduğu topraklarda sahip olamayacağını anlaması uzun sürmez. Hayalleri büyüktür ama içinde bulunduğu gerçek ise son derece sınırlıdır.

Türk filmlerindeki Anadolu'dan İstanbul'a gelenlerin "İstanbul seni yeneceğim" repliği gerçek yaşamda bir klişeye ve çoğunlukla trajediye dönüşür. Kendini ispat etme hırsı, yedi tepeli İstanbul'un umurunda bile olmayan bir hesaplaşmadır. Gerçek İstanbullunun böyle bir derdi yoktur. O kentinde güzelliklerin farkına vararak olağan yaşamını sürdürür.  Kültürel ve tarihi değişimlerle zıtlıkları içinde barındırarak bulunduğu ana ulaşan vakur, zarif ve saygın kent; geçmişini geride bırakıp yeni bir sayfa açmak ve geleceğe umutla bakmak için gelenlere kapısını açar. Gerisine karışmaz. Gelen ne doğduğu topraklara aittir artık ne de yaşadığı İstanbul'a. Ancak taşrada İstanbul hayranlığını yoğun biçimde içinde taşıyan bir çocuk bu kentte yaşamaya başladığında cazibesinden başı dönmüş olarak içselleştirip çok fazla benimseyerek tam bir İstanbul aşığına da dönüşebilir. Ama aşığın kendinden önce sevgiliyi düşünen, sevgiliyi mutlu etmek için çabalayan olduğu da unutulmamalıdır. Bu kent, aşığının içtenliğini anlarsa bütün güzelliklerini cömertçe sunar. Musikisinin inceliklerini gösterir. İstanbul Türk Sanat Müziği, Anadolu Türk Halk Müziğidir.

Öte yandan kökeni İstanbul'a dayanan; uzun yıllarını kentte tüketmiş ve emekli olanlar da Ege veya Akdeniz kasabasına yerleşme çabası içinde olabilir. Aslında bu da anlaşılır bir şeydir. Kent hayatı insanın üzerine çok fazla yük bindirir. Doğa ise sakin, basit ve huzurlu bir yaşamı çağrıştırır. Hareket ve heyecan gençlikle; dinginlik, görmüş geçirmişlik ve bilgelik yaşlılıkla bağdaştırılabilir.

Bugün Türkiye'nin her bölgesinden gelip yerleşmiş insanlarla dönüşümünü sürdüren İstanbul'a baktığımızda kozmopolit olduğunu görürüz. Farklı yaşam biçimlerine, geleneklere, binlerce yıllık geçmişe ve kültüre sahip Anadolu'nun İstanbul'daki yansımaları olumsuzluklarla, sıkıntı veren detaylarla birlikte çeşitliliği de beraberinde getirir. İnsan nerede doğarsa doğsun ve nerede yaşarsa yaşasın doğaya, tüm canlılara ve yaşadığı kente karşı saygılı, iyi niyetli, düşünceli, mütevazi tutumuyla farkını ve insanlığını ortaya koyar. Önemli olan da insanın dünya üzerinde bulunduğu sürece ruhun varlığını hissettirebilmesidir. Ruhsuzluk, vurdumduymazlık, bağnazlık ve duyarsızlık yıkıma götürür.

*Cumhuriyet sonrası merkez değişmekle birlikte İstanbul değerinden hiçbir şey kaybetmedi.

*****Bu sayfalardaki yazıların tüm hakları yazara aittir. Sadece kaynak gösterilerek, yazar adı ve orijinal sayfanın aktif linki belirtilerek alıntı yapılabilir ve paylaşılabilir. Nalan Yılmaz adıyla tüm yazılar 'Creative Commons Attribution Noncommercial-No Derivative Works 3.0 Unported License' altında tescillidir.   Creative Commons License

0 comments :

Yorum Gönder



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...